Paul Freire, Ezilenlerin Pedagojisi adlı çalışmasında ezen-ezilen ilişkisini eğitimbilimsel
bir yaklaşımla çözümlemeye ve ezilenlerin mücadelesinin dramaturgisini
çizmeye çalışır. Kuramının temelini oluşturan ana düşünce, özgürleşme ve özgürlük mücadelesidir.
Mücadelenin başlangıç noktalarından biri olan eleştirel bilinçlenme/dünyayı okumak; dünyayı yazmaktır aynı zamanda, dünyayı yazmak ise, dünyayı değiştirmek için atılan adımdır. Freire’e göre, tahakküm ve baskının esaretinden kurtulabilmek için ayağa kalkmak ve buna karşı koymak gerekir. Bu da ancak praksis
yoluyla mümkündür. Düşünce ile eylemin çakışması, ezilenlerin
mücadelesinin en önemli dayanaklarından biridir. Ne düşünce eylemden ne
de eylem düşünceden ayrılabilir, düşünce eylemle birlikte ve aynı anda
gerçekleşir; birbirini dışlayan eylem ve düşünce işlevsizdir. Ezilenlerin mücadelesinin praksisle bağlantılı olan bir diğer dayanaklarından ve ön koşulundan biri ise, diyalojizmdir. Feire diyalogu analiz ederken, onun özünün ‘söz’ olduğunu ve fakat ‘söz’ün diyalogu mümkün kılan bir araçtan daha fazlası olduğunu söyler: düşünce ve eylem. Bu iki boyut birbirine öylesine bağlıdır ki, birini feda edecek olursanız diğeri dolaysızca zarar görür. Freire’e göre: “Aynı zamanda praksis olmayan bir söz yoktur. Bu yüzden, gerçek bir söz söylemek, dünyayı dönüştürmektir.”
Freire’nin kuramı, Augusto Boal’in kurucusu olduğu Ezilenlerin Tiyatrosu’nun
poetik/politik hattının dramaturjik kökeni olmuştur. Boal, ürettiği
tiyatro formlarını kutsallaştırmayan, sürekli kendini ve tiyatrosunu
eleştiren, bir formdan doğru bulduğu bir diğer forma rahatça geçiş
yapabilen ve Ezilenlerin Tiyatrosu’nu böylelikle geliştiren biri olarak
tiyatro tarihinin en önemli kuramcı-yazar-yönetmenlerindendir. Boal,
Ezilenlerin Tiyatrosu’nun hem kuramsal hem de pratik oluşumlarının nasıl
boy verdiğini yaşadığı gerçek olaylardan bir takım öykülerle dile
getirir güncesinde.
Henüz Freire’in düşünceleriyle tanışmamış olan Boal, Sao Paulo Arena
Tiyatrosu’yla beraber 60’ların başlarında Brezilya’nın kuzeyinde
yoksulluğun ve açlığın hüküm sürdüğü bir bölgeye turne yapar. “Bu
duruma isyan ediyorduk, kanımız kaynıyordu, acı çekiyorduk.
Adaletsizliğe karşı şiddetle, öfkeyle karşı çıkan, cesur ve sert
parçalarla bezenmiş oyunlar yazıyor ve sahneliyorduk. Bunları kahramanca
yazıyor, heybetle oynuyorduk. Hemen her zaman bu oyunlar öğütlerle sona
eriyordu, oyuncuların bir koro olarak söyledikleri şarkı kışkırtıcı
mısralar içeriyordu: Özgürlüğümüz için kanlarımızı dökelim!
Topraklarımız için kanlarımızı dökelim! Dökelim kanlarımızı! Dökelim
Kanlarımızı!” (Boal) sözleriyle anlatıyor Sao Paulo Arena Tiyatrosu’nun müzikli/ajit-prop oyunlar dönemini. “Yaptıklarımız bize doğru geliyordu… ezilenleri ezilmeye karşı savaşmaları için öğütlüyorduk… Sanatımızı gerçekleri söylemek, çözümleri
göstermek için kullandık. Biz toprak emekçilerinin toprakları için
nasıl savaşacağımızı düşündük; biz, büyük kentlerde yaşayanlar. Biz
siyahların ırk ayrımcılığına karşı nasıl dövüşeceklerini düşündük; biz,
hemen hepimiz oldukça fazla beyaz olan biz. Biz kadınların zorbalarla
nasıl mücadele edeceğini düşündük. … gerçekte hepimiz erkektik. Yine de
iyi niyetliydik. … [Bu oyunlardan biri bittikten sonra] Gururluyduk.
Misyonumuzu tamamlamıştık. Mesajımız açıkça ulaşmıştı. Fakat Virgilio
-onun adım hiç unutmayacağım, yüzünü, suskun gözyaşlarını- Virgilio
geldi.” (Boal) Bu toprak emekçisi koca adam heyecanla kucaklar
oyuncuları, onlarla aynı düşüncede olduğunu, toprakları için kanlarını
dökmeleri gerektiğini söyler. Hep birlikte topraklarını işgal eden
zalime karşı savaşmak için, kanlarını dökmek için yola çıkmak üzere Boal
ve arkadaşlarını yemeğin ardından kavgaya davet eder. “İştahımız kaçmıştı. Yanlış anlamayı düzeltmek için elimizden geleni yapmaya çabalıyorduk.
İçtenlikle en doğru yol, silahların sahne aksesuarları olduğunu ve
gerçek olmadıklarını söylemek gibi geliyordu. Ateş etmeyen silahlar mı?
diye sordu Virgilio, şaşkınlıkla. Ne işe yararlar ki o zaman?”
(Boal) Ona silahların sahte ama kendilerinin gerçek olduklarını,
söyledikleri şeylere de inandıklarını ve samimi olduklarını söylerler. “Tamam,
madem silahlar sahte, atalım gitsin. Fakat siz aktörler sahte
değilsiniz, samimisiniz. Sizi kanlarımızı dökmemiz gerektiğini söylerken
duydum, oradaydım, bizde herkese yetecek kadar silah var, bizimle
gelin.” (Boal) Boal, o noktada korkularının paniğe döndüğünü söyler.
Ne ona, ne kendilerine ateş edemeyen silahları ile ateş etmeyi bilmeden
nasıl samimi, içten ve haklı olduklarını açıklamak giderek
zorlaşmaktadır. “Eğer onunla gitseydik destek olmaktan çok
köstek olacaktık. ‘Yani, siz içten oyuncular kanların dökülmesi
gerektiğini söylerken, kanların dökülmesi gerektiğini anlatan şarkılar
söylerken, o kanlar bizim kanlarımızdı sizinkiler değil. Öyle değil mi?’
‘Biz içteniz ama oyuncuyuz, rençper değil! Virgilio, gel konuşalım… gel
buraya.’ Bir daha onu hiç görmedim” (Boal) diyerek aktarır bu kavşağı. Bu sayfanın sonunda Che Guevara‘nın son sözü durur: Dayanışma aynı riski almaktır. Bir daha diğerleri ile aynı riski almadığı durumlar dışında öğüt veren ya da mesaj gönderen oyunlar yazmaz Boal.
Boal’in tiyatro serüveninde önemli bir dönüm noktası olacak olan bu
olay, dünyada ve Türkiye’de özgürlük ve devrim mücadelesi yürüten
devrimciler için ibretlik bir tabloyu önümüze sermektedir.
Türkiye Devrimci Hareketi’nde kısa ve uzun vadede kurulmuş
fakat kendisine alan açamamış ve/veya toplumsal mücadele düzleminde,
sokakta karşılığını bulamamış bir takım örgütlerin özellikle Haziran Direnişi’yle beraber su yüzüne çıktığı, görünür olduğu bir zaman dilimi yaşandı yakın zamanda.
Dünya devrimleri ve toplumsal mücadele tarihinde aynı biçimde olmasa
da farklı biçimlerde tekerrür eden bir takım olaylar zinciri, geçtiğimiz
aylarda Türkiye topraklarına da zuhur etti. Faşizmin kara sularının hızla yükseldiği vakitlerde, zaten suyun karşısında mevzilenmiş olan devrimciler akıntıya karşı durmaya çabalar ve devrimci mücadelelerini büyütmek için atağa geçerler. Böylesine devrimci durumlarda,
ideo-politik hattı liberalizm olan örgütlenmelerin bile
devrimcileştiği, reformist ve libral hatlarının bir biçimde erimeye
başladığı gözlenir. Devrimci durumun ezilenlerin değil, ezenlerin
lehine dönmeye çaldığı anlarda ise, ileriye doğru atılmış bir adım,
geriye atılmış iki adıma dönüşür. Özgürlük ve devrim mücadelesi
tarihi boyunca, devrimci mücadele ne zaman geriye düşse, kendilerine
‘devrimci’ diyen bir takım örgütler, bunun hesabını sola ve devrimcilere
kesmeye çalışırlar. Varlık mücadelesi olarak adledebileceğimiz bu saldırıların kendisi, özünde boş gösterenlerle dolu retoriğe ve karalamaya dönüşür birdenbire.
“Kargadan başka kuş, kendisinden başka devrimci örgüt” tanımayan bu
‘devrimci’ örgütlenmeler, kendilerini sola ve devrimci harekete
saldırarak varederler. Bütün ‘devrimci’ pozlarıyla objektif olarak Devlet’in ve egemenlerin yükselttiği saldırı ve imha bayrağını devralmışlardır aslında. Anlattıkları devrimcilik hikayesi, üretmedikleri bir çoşkunun ürünü olduğu için, görünürde devrimci, özünde kesif bir mazlumsevicilik hikayesinden
gayrı bir şey değildir. Mazlumları överek tatmin olan bu toplam,
kendini mazlumun dışına attığının farkında değildir. Dışsal olan herşey
eylemi ve mücadeleyi körleştirir ve mazlumsevicilik, onları ezenlerin
övgüsüne dönüşür: “Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.” [Adorno]
Her fırsatta solu ve devrimci hareketi karalayan ve küfredenler,
‘solcu’ların (Ne demekse!) dövüşmediğini ve halktan korktuğunu iddia
etmeye başlarlar. İdeo-politik hattını örneğin, ‘anti’likle kuran bir ‘devrimci’ örgütün hayatla kurduğu bağ, içi boş bir çuvala doldurdukları ayetler ile sosyalizm arasında kurdukları analojiden ibarettir. Solun özgürlük ve devrim idealleriyle kendi meşrebince bir takım bağlantılar kurup devrimcilik hikayesi anlatan bireylerin ve/veya örgütlerin, sokaktan ve eylemden kaçmaları, yani sözün hakkını vermemeleri hem etik hem de politik olarak anlaşılmaz ve kabul edilemezdir.
Cesaret hikayesi anlatan, cesur olmayı öğrenmelidir. Aksi riya’dır! Riya’karlık politik bir kategoridir.
Etik kısmı, söylenmiş sözün haysiyetindedir. Politik kısmı ise aşikardır. Sözün ve iddianın sahibi olan devrimciler, onların arkasında durmadıkları anda, söz-eylem birlikteliğini yerine getirmemiş; örneğin Haziran Direnişi’nde ‘aydınlanmış yanlış-bilinç’leriyle eylemin şiddetinden ve gücünden korkup kültürevlerine ve mahallelerine sığınanlarla aynı cephede yer almış olurlar. Eni sonu kendileri de kitap/evlerine sığınıp korunaklı ve steril alanlarında komünizm ve devrimcilik hikayesi anlatmaktadırlar.
Kendilerini ve varlık alanlarını başkası üzerinden kurmaya çalışan bu
‘devrimci’ler, yenilginin hesabını kendisi dışındaki sola ve
devrimcilere yıkmaya çabalarken, egemenlerle gizli bir ittifak
kurduğunun bilincinde değildir. Devrimci düşmanlığı devrimci eleştiri
olarak sunulmaktadır. Sahicilik devrimci mücadelenin hakikatidir,
praksis ise, mücadelenin ta kendisi.
Bireyin ve/veya örgütün toplumsal düzeyde karşılaştığı en çetin görevlerden biri olan praksis meselesi tam da burada boy verir. Devrimci mücadele,
sözün ve eylemin ortaya çıkardığı dalganın yarattığı şiddette gizlidir.
Mücadelenin en zorlu ayaklarından biri olan söz ile eylem birlikteliği,
devrimcinin bedeninde ve zihninde cürm ve cüret gibi iki boyutta karşılığını bulur. Kişinin cüretini ve cürmünü ölçecek, onunla alay edecek değiliz elbette. Fakat devrimciler, özgürlük ve devrim mücadelesi uğruna büyük bedeller ödeneceğini bilirler. Kendini devrimci adledenler cüreti örgütlemek ve cürmü büyütmekle görevlidirler.
Yoldaşıyla, sokaktaki kardeşiyle aynı riski almayanlar dayanışmadan ve
devrimcilikten bahsettikleri anda, ezilenlerin ve devrimcilerin tokatını
yemeyi hak etmişlerdir.
Hele hele “devrimci mücadele”, “kavga”, “halk çocukluğu”
gibi bir takım büyük büyük sözler sarfedenler, bu sözün arkasında
durmayıp gereğini yerine getirmiyorlarsa devrimcilikten ve komünizmden
bahsedemezler. Çünkü bahsi geçen komün bir etik’tir. Etiği kuran ile söz kuranın eylem ile kurulmasıyla oluşur.
Freire’in kuramı ve Boal’in tiyatro mücadelesi dolayımıyla yazıda kurulan bu bağlantı; devrimcilerin
sözünü ettikleri o büyük kavganın ancak eylemle ve pratik, politik
gereklilikleri yerine getirmekle mümkün olabileceğini dillendirir. Bunun dışında geliştirilecek herhangi bir ideo-politik hat -istediği kadar devrimci olduğunu iddia ederse etsin-, ezilenlere değil egemenlere ve onların sistemine yarayacaktır.