Tuesday, February 11, 2014

Geç kalmış bir "yeni" Tezer Özlü kitabı

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin
Tezer Özlü
Yapı Kredi Yayınları
Ahmet Ergenç

Tezer’in 1979-84 arası çoğunlukla Milliyet Sanat için yazdığı "eleştiri" yazıları ve yaptığı röportajlardan oluşan bu kitap, heyecanımı hem karşıladı, hem de bir hayal kırıklığı yarattı. Bu kitapta Tezer’in "damarlarında hissederek" yazmasına alışık olduğumuz cümlelerin yanı sıra, eleştiri yazısının getirdiği daha donuk, daha mesafeli bir ses de var.

İki yıl önce bir Tezer Özlü sempozyumu düzenlemiştik. Tezer’in "kült" bir yazar olduğunu, okurların gönlünde bir "rock star" edasıyla çok özel bir yeri olduğunu tahmin ediyorduk. Sonuçta ortaya çıkan manzara da bunu doğruladı. İki gün süren sempozyum akademik bir etkinlikten çok bir "Tezer-severler-cemiyeti-buluşması" havasında, son derece şahsi ve özel bir hissiyatla geçti. Orada toplanan insanlar ortak bir hisse sahipti: Tezer onların hayatında çok "kişisel" bir yerde, çok yakın bir tanış, 90’ların favori tabiriyle bir "ruh ikizi" gibi duruyordu. Tabii bunda Tezer’in romanlarını ve öykülerini müthiş bir çıplaklıkla, çok yakın bir arkadaşına sır verir gibi, yaşadıklarını neredeyse doğrudan aktararak yazmasının payı büyüktü. Bu bakımdan herkes kendini Tezer’in günlüklerini okumuş gibi, onu tanıyor gibi hissediyordu. Yani yazar ile şahıs iç içe geçmiş, rock star’lara verilen o kült payesi de böylece bir edebiyatçıya nasip olmuştu. Tezer hayatı ile yazısı bir olan yazarlardan biriydi.
 Bu yazı-hayat birliği Tezer öldükten sonra yayınlanan Kalanlar’daki günlük notlarıyla, roman ve öyküleri arasındaki benzerlikte de görülüyordu. Mektupları da öyleydi bir bakıma... Bu açıdan mesela Ahmet Hamdi Tanpınar gibi bir figürün mektuplarının yayınlanmasından sonra ortaya çıkan "yazar" ve "şahıs" zıtlığı (kitaplarında "öyle bir ses" var ama mektupları "öyle" değilmiş) Tezer örneğinde geçerli olmadı. Yazısı neyse, hayatı da oydu. Hayatını yazmıştı, hayat hali, yazı hali olmuştu. Nefes alır, konuşur gibi yazıyordu. Yani, "sonradan" yayınlanan Tezer metinleri, özel hayatına dair anlatılar falan biz "arkadaş" okurları hiç şaşırtmazdı.
 Bu defaki daha mesafeli bir ses
 
Lafı şuraya getireceğim: Yapı Kredi, yıllar sonra bir "sürpriz" yaparak yeni bir Tezer Özlü kitabı yayınladı: Yeryüzüne Dayanabilmek İçin. Bir Tezer Özlü sever olarak, o eski sesle tekrar karşılaşacağıma dair bir heyecanla karşıladım kitabı. Tezer’in 1979-84 arası çoğunlukla Milliyet Sanat için yazdığı "eleştiri" yazıları ve yaptığı röportajlardan oluşan bu kitap, bu heyecanı hem karşıladı, hem de bir hayal kırıklığı yarattı. Bu kitapta Tezer’in "damarlarında hissederek" yazmasına alışık olduğumuz cümlelerin yanı sıra, eleştiri yazısının getirdiği daha donuk, daha mesafeli bir ses de var.
 Kitabın ilk yazıları Tezer’in Franz Kafka, Stefan Zweig, Peter Weiss, Sevgi Soysal, Celal Sılay gibi edebiyatçılara dair daha kişisel değerlendirmelerinden oluşuyor. Bu yazılarda Tezer’in o alışıldık yoğun sesini duymak mümkün. Bilhassa da Kafka’yla kendi edebiyatı arasında kurduğu parallelikler, Tezer-severleri şaşırtmayacak türden. Zira Tezer’in sevdiği yazarlarla hesaplaşma yolculuğunun hikayesi olan Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta duyulan o ses, yeryüzünün diğer "huzursuz" yazarlarıyla kurulan o bağlantı, burada da var. Edebiyatçılar üzerine yazarken Tezer yine bir edebiyatçı gibi yazıyor, roman ve öykülerindeki o dağınık ve yoğun dili kullanıyor.
 Burjuva ölçülülüğünü reddeden, "aşırılıklara" meyleden Tezer Özlü, iş sinema üzerine yazmaya gelince de yine "aşırı" figürlere odaklanıyor. “İyi burjuvalar aşırılıklara delilik der; bu delilik benim yaşamımın felsefesi ve filmlerimin içeriğidir,” diyen Herzog’la kendisi arasında derin bir benzerlik görüyor, Fassbinder’e “deliliğin krizlerini bu denli iyi tanımak için deliliği yaşamış olmak gerek” diye soru yöneltiyor, Wenders’ın alışılmadık yol hikayelerini anlatış biçimiyle bir gönül bağı kuruyor vs…
 Fakat, kitapta Tezer’in sinema ve tiyatro üzerine olan yazılarına, bir "tutukluk" hakim. Edebiyatçılarla kurduğu bağ hasebiyle müthiş bir doğallık ve yoğunlukla kurduğu cümleleler, iş sinemacılara ve özellikle de yurtdışındaki film festivallerini Milliyet Sanat için "tanıtmaya" geldiğinde, maalesef o bütün hücrelerinde hissederek yazan Tezer’in yerini, tutuk cümlelerle konuşan biri alıyor. Bu aslında şaşırtıcı da değil. Acı çekerek, varoluş krizinin ya da coşkusunun uçlarında dolaşırken "ancak" yazabildiğini söyleyen Tezer, iş bu "görev" icabı yazılan yazılara gelince, maalesef vecd ile yazan biri olmaktan çıkıp, tutuk, donuk bir yazara dönüşüyor. Bu açıdan, kitabın başlığı için seçilen "yeryüzüne dayanabilmek için" (Tezer’in "Niye yazıyorsun?" sorusuna verdiği cevap) ifadesi, okur için biraz yanıltıcı olabilir. Hayır, maalesef, bu kitabın her yerinde vecdin ya da krizin eşiklerinde, ölmemek için kalemini oynatan bir Tezer Özlü bulamayacaksınız. Yine de, Tezer’in "başka" bir yönünü görmek için kıymetli bir kitap.
 Ülkedeki vaziyetten hiç bahsetmemiş
 Kitaptaki yazılar bir edebiyatçı olarak Tezer’in üzerine bir "entelektüel" olarak Tezer’i ekleme iddiasında. Bu iddia da okura, romanlarını okurken doğrudan sorulamayan bazı soruları sorma imkanı veriyor. Şahsen, bu yazılar yayınlandığı dönem itibariyle "feci" bir döneme (1979-1984) denk gelmesi ve Tezer’in bu dönemde ülkede olup bitenlere lafı hiç getirmeyişini yadırgadım. “Burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” demiş bulunan Tezer’in tam da bu öldürmek isteyenlerin ülkeye hakim olduğu dönemde ülkedeki vaziyetten hiç bahsetmemesi garip. Yazılardan bazıları mevzuyu "ülkedeki" siyasi atmosfere getirmek için çok uygun aslında. Mesela Berlin’de düzenlenen "Dünya Kültürleri Festivali’nde Latin Amerikalı yazarların siyasetle ve ülkelerinin korkunç tarihiyle nasıl hesaplaştığını uzun uzun anlatırken, 1982 tarihli bu yazıda en azından 12 Eylül ya da 12 Mart ve edebiyata dair de bir cümle görmeyi beklerdim. Kitabın son yazısı Peter Weiss, edebiyat ve siyasi bilince ilişkin bir veda yazısı, tarih 1982 ve yine "ülkenin ahvali" üzerine tek satır yok. Bu "kaçınma" Tezer’in kişisel tercihi de olabilir, darbe dönemi koşullarının zamane medyasına dayattığı bir şey de, bilemiyoruz. Kitap ve kitabı yayına hazırlayanlar bize böyle bir açıklama sunmuyor.
 Bence kitaptaki eksikliklerden biri de bu. Kitabı yayına hazırlayan Sezer Duru ve kitabın editörleri, sadece yazıları sunmakla yetinmişler. Bu yazılar hangi koşullarda, niye yazıldı, Tezer niye o dönemde yurtdışındaydı gibi mevzulara değinecek bir önsöz, bir açıklama bu yazıları çok daha anlamlı kılardı.
 Kitabın bir sorunu daha var: Otuz küsur yıl önce yazılmış bu metinlerin niye "şimdi" yayınlandığına dair hiçbir açıklama yapılmıyor. Okurların şunu sorma hakkı var; bu malzeme yıllardır mevcuttuysa, neden daha önce yayınlanmadı? Kitabın arka kapağında "yazarın iç dünyasını takip eden tutkun okurlar için yeni bir ışık sağlıyor" deniyor; peki o ışık neden bu kadar geç sunuldu?