Hoşsun, akıllısın, kötü
niyetlisin, hatta kötülüğe eğilimlisin. Ha gayret... Zira bana en son
gönderdiğin ve kâh söylenilenlere kah bizzat senin düşündüklerine ikisini
harmanlayarak başvuran mektup, varsayılan rnutsuzluğumdan duyulan bir tür
sevinçtir. Bir yandan köşeye sıkıştığımı, her açıdan, hayatta, öğretmenlikte,
siyasette köşeye sıkıştığımı, yıldız müsveddesi olduğumu, bunun yine de çok
uzun sürmeyeceğini ve işin içinden çıkamayacağımı söylüyorsun. Diğer yandan her
zaman sizden geride olduğumu, sizin ey gerçek deneyciler ya da kahramanlar,
sizin kanınızı emdiğimi ve zehirlerinizi tattığımı, ama size bakarak ve sizden
yararlanarak hayatta kaldığımı söylüyorsun. Ben, bunların hiçbirini
hissetmiyorum. Gerçek ya da sahte şizofrenler o kadar canımı sıkıyorlar ki,
sevinç içinde paranoyaya dönüyorum. Yaşasın paranoya! Mektubunla bana biraz
hınç (köşeye sıkıştın, köşeye sıkıştın, "itiraf et"...) ile biraz da
vicdan rahatsızlığı (utanmıyorsun, geridesin...) değilse, ne aşılamak istiyorsun?
Bana söyleyeceğin yalnızca bu idiyse, hiç değmezdi. Benim hakkımda bir kitap
yazarak öcünü alıyorsun. Mektubun sahte bir merhametle ve gerçek bir öç alma
isteğiyle dolu.
Öncelikle, bu kitabı arzu edenin
ben olmadığımı yine de hatırlatayım. Sen kendi nedenlerini dile getiriyorsun:
"Mizah, firsat, para ya da toplumsal yükselme hırsı." Tüm bunların bu
şekilde nasıl tatmin edileceğini tam olarak anlamıyorum. Bir kez daha
söylüyorum, bu senin meselen ve kitabının benimle ilgili olmadığını, onu
okumayacağımı ya da daha sonra seninle ilgili bir şey olarak okuyacağımı sana
başından beri söyledim. Yayınlanmamış bir şey istemek için beni görmeye geldin.
Ve gerçekten seni hoşnut etmek için sana bir mektuplaşma önerdim: Ses kayıt
cihazına kaydedilen bir söyleşiden daha kolay ve daha az yorucu. Bu
mektupların, kitabından ayrı, bir tür ek gibi yayınlanması koşuluyla.
Anlaşmamızı biraz bozmak ve sana, "size yazacağım" diyen yaşlı bir
Guermantes, sürekli bugün git yarın gel diyen bir kahiri ya da genç bir şairden
öğütlerini esirgeyen bir Rilke gibi davranmış olmakla beni suçlamak için hemen
bu fırsattan yararlanıyorsun. Ey sabır!
İyi niyetliliğin sizin en güçlü
yanınız olmadığı doğru. İnsanları ya da şeyleri hiç sevemeyeceğim, onlara hiç
hayranlık duymayacağım gün (fazla değil ama), kendimi ölü, öldürülmüş gibi
hissederim. Ama siz, sanki hepten hınç dolu doğmuşsunuz, sinsice göz kırpmakta
ustasınız, "bunu bana yapmayacaktın... Senin hakkında kitap yazıyorum, ama
sana göstereceğim...". Tüm olası yorumlar arasından genelde en kötü
niyetlisini ya da bayağısını seçiyorsunuz. İlk örnek: Foucault'yu seviyorum ve
ona hayranım. Onunla ilgili bir makale yazdım. Ve o da benimle ilgili yazdı ki
senin alıntıladığın cümle de o makalededir: "Gün gelecek, 20. yüzyıl belki
de Deleuze'cü bir yüzyıl olarak hatırlanacaktır." Yorumun: Birbirlerini
övgülere boğuyorlar. Öyle görünüyor ki, Foucault'ya olan hayranlığımın gerçek
olduğu, dahası Foucault'nun o küçük cümlesinin bizi gerçekten sevenleri
güldürüp diğerlerini kızdırmaya yönelik komik bir cümle olduğu aklına hiç
gelmiyor. Senin de bildiğin bir metin, goşizmin mirasçılarının doğuştan gelen
bu kötü niyetliliğini açıklar: "Cesaretiniz varsa, goşist bir topluluk
önünde kardeşlik ya da iyi niyetlilik sözcügiinü telaffuz etmeyi deneyin. Kendilerini,
orada olan ya da olmayan, dost ya da düşman herkese her şekilde öfke ve
saldırganlık gösterip onlarla alay etme konusunda sürekli ve hummalı bir
çalışmaya verirler. Söz konusu olan diğerini anlamak değil, onu
gözetlemektir."[1]
Mektubun gözetlemenin doruk noktası… Bir toplulukta şöyle diyen Fhar'dan[2]
bir tipi hatırlıyorum: Ya sizin vicdan rahatsızlığınız olmak üzere burada
olmasaydık... Birinin vicdan rahatsızlığı olmak biraz polisçe, tuhaf bir ideal…
Ve sen; hakkımda (ya da bana karşı) bir kitap yazmak üzerimde adeta bir güç sağladığını
düşündürüyor sana. Hiç de değil, Kendi hesabıma, vicdanımın rahatsız olması
olasılığı, beni başkalarının vicdan rahatsızlığı olmak kadar iğrendirir.
İkinci örnek: Uzun ve kesilmemiş
tırnaklarım. Mektubunun sonunda, işçi ceketimin (doğru değil, o bir köylü
ceketi) Marilyn Monroe'nun pilili bluzuna, tırnaklarımın da Greta Garbo'nun
siyah gözlüklerine eşdeğer olduğunu söylüyorsun. Ve beni ironik ve kötü niyetli
tavsiyelere boğuyorsun. Tırnaklanma birçok kez değindiğın için sana
açıklayacağım. Tırnaklarımı annemin kestiği ve bu durumun Oidipus'a ve
hadımlığa bağlı olduğu (grotesk, ama psikanalitik bir yorum) her zaman
söylenebilir. Ayrıca parmaklarımın uçlan gözlemlendiğinde, genelde koruyucu
olan parmak izlerinin bende olmadığı fark edilebilir, öyle ki bir nesneye ve
özellikle bir kumaşa parmaklarımın ucuyla dokunmak, benim için uzun tırnaklarımın
korumasını gerektiren sinirsel bir acıdır (teratolojik[3]
ve ayıklamacı yorum). Şu da söylenebilir ve doğrudur da, görünmez değil ama
algılanamaz olmak hayalimdir ve bu hayali cebime sokabileceğim tırnaklara sahip
olarak telafi ediyorum, öyle ki hiçbir şey bana tırnaklanma bakan birinden daha
şaşırtıcı gelmiyor (psiko-sosyolojik yorum). Son olarak şu söylenebilir:
"Yalnızca sana ait oldukları için tırnaklarını yemen gerekmez; tırnakları
seviyorsan, başkalarınınkileri ye, istersen ve yapabilirsen" (siyasal
yorum, Darien). Ama sen, en berbat yorumu seçiyorsun: Dikkat çekmek, Greta
Garbolaşmak istiyor. Her halükarda, hiçbir dostumun hiçbir zaman tırnaklarımı
fark etmemiş olması ilginçtir, kimsenin sözünü bile etmediği bir rüzgârın
taşıdığı tohumla orada rasgele bitmiş kadar doğal bulurlar onları.
Müzakereler - Gilles Deleuze |
İlk eleştirine dönüyorum, her
tonda tekrar tekrar şöyle diyorsun: Tıkandın, sıkıştın, itiraf et. Başsavcı.
Hiçbir şey itiraf etmiyorum. Sayende benim hakkımda bir kitap söz konusu olduğu
için, yazdıklarımı nasıl gördüğümü açıklamak isterim. Az çok felsefe tarihiyle
canı çıkarılmış bir nesle, son nesillerden birine aitim. Felsefe tarihi,
felsefe üzerinde açıkça baskıcı bir işleve sahiptir, tam anlamıyla felsefi
Oidipus'tur: "Şunu ve bunu, bunun hakkında şunu, şunun hakkında bunu
okumadığın sürece kendi adına konuşmaya cesaret etmeyeceksin herhalde!"
Benim neslimdeki birçok insan bundan kurtulamadı, diğerleri ise kendi
yöntemlerini ve yeni kurallar, yeni tarzlar icat ederek kurtuldu. Ben, uzun
süre felsefe tarihi "yaptım", falanca ya da filanca yazar hakkında
kitaplar okudum. Ama kendime birçok şekilde telafiler sunuyordum: Öncelikle, bu
tarihin rasyonalist geleneğine karşı gelen yazarları severek (ve bence
Lucretius, Hume, Spinoza, Nietzsche arasında, olumsuzun eleştirisi, sevinç
kültürü, içsellik nefreti, kuvvetlerin ve ilişkilerin dışsallığı, iktidarın
ihbar edilmesi, vs. ile oluşturulmuş gizli bir bağ vardır). Her şeyden önce,
Hegelcilikten ve diyalektikten nefret ediyordum. Kant hakkındaki kitabıma
gelince, o farklı, onu seviyorum, nasıl işlediğini, çarklarının neler olduğunu
göstermeye çalıştığım bir düşmanla ilgili bir kitapmış gibi yazdım onu -Us
mahkemesi, yetilerin ölçülü kullanımı, o kadar riyakâr bir itaat ki bize yasa
koyucular unvanı veriliyor. Ama bu devirde paçamı kurtarma biçimim, sanıyorum
ki özellikle, felsefe tarihini bir tür sodomi ya da günahsız doğum - ki bu da
aynı anlama gelir- olarak kavramaktır. Bir yazarın arkasına geçtiğimi ve
kendisine ait olduğu halde canavarı andıran bir çocuk yaptırdığımı hayal ederdim.
Onun çocuğu olması çok önemli, çünkü yazarın ona söylettiğim her şeyi gerçekten
söylemesi gerekiyordu. Ama çocuğun canavarı andırması, bu da gerekli, çünkü
bana pek zevk vermiş olan her tür merkez kaymasından, kaymalardan,
kırılmalardan, gizli yayınlardan geçmek gerekiyordu. Bergson hakkındaki kitabım
bana göre bu türün örneğidir. Ve bugün Bergson hakkında yazmış olmamı bile
başıma kakarak eğlenen insanlar var. Bu, onların tarihi yeterince
bilmediklerini gösterir. Bergson'un, başlarda, Fransız Üniversitesi'nde nasıl
nefret topladığını ve monden ya da monden olmayan her türden deliler ve
marjinaller için nasıl bir peşine takma hizmeti gördüğünü bilmezler. Ve
Bergson'a rağmen veya değil, bunun önemi yok.
Beni tüm bunlardan çekip çıkaran,
geç okuduğum Nietzsche'dir. Çünkü onu benzer bir muameleye maruz bırakmak
olanaksızdır. Arkadan çocukları size asıl o yapar. (Tersine, Marx'ın ya da
Freud'un asla kimseye vermediği) Sapkın bir zevk verir size: Herkes için kendi
adına basit şeyler söyleme; duygularla, yeğinliklerle, deneylerle, deneyimlerle
konuşma zevki. Kendi adına bir şey söylemek çok tuhaf bir şeydir; zira
kendinizi bir ben, bir kişi ya da bir özne sandığınız anda kendi adınıza
konuşmazsınız. Tersine, bir birey, en ağır kişilik yitimi uygulamasının
sonunda, onu bir uçtan öbür uca kat eden çokluklara, onu baştan sona dolaşan
yeğinliklere açık olduğunda gerçek bir özel ad elde eder. Böyle yeğin bir çokluğun
anlık kavranışı olarak ad, felsefe tarihinin gerçekleştirdiği kişilik yitiminin
tersidir; itaatle değil, sevgiyle kişilik yitimi. Bilmediklerimizin temelinden,
kendi azgelişmişliklerimizin temelinden konuşuruz. Bir üstünkörü tekillikler,
adlar, önadlar, tırnaklar, şeyler, hayvanlar, küçük olaylar bütünü haline
geldik: Bir yıldızın tersi. Sonunda bu değişen anlamda iki kitap yazmaya
başladım, Fark ve Tekrar ve Anlamın Mantığı. Kuruntuya kapılmıyorum: Hala
akademi aygıtıyla doludur, ağırdır, ama içimde sarsmaya, harekete geçirmeye
çalıştığım bir şey var, yazıyı bir kod olarak değil, bir akış olarak ele almak.
Fark ve Tekrar' da sevdiğim sayfalar var, örneğin yorgunluk ve düşüncelere dalma
ile ilgili olanlar, çünkü görünüşe rağmen canlı yaşantıya ait sayfalardır. Çok
ilerlemiyordu, ama hiç değilse başlamıştı.
Ve sonra Felix Guattari ile
karşılaştım ve birbirimizle anlaştık, birbirimizi bütünledik, birbirimizin
içinde kişiliklerimizi yitirdik, birbirimizle ayrıksılaştık, kısacası
birbirimizi sevdik. Bu, Anti-Oidipus'u verdi ve bu yeni bir ilerlemedir. Bu
kitaba karşı kimi zaman ortaya çıkan düşmanlığın biçimsel nedenlerinden
birinin, tam olarak iki kişi tarafından yazılmış olması değil de, insanların küskünlükleri
ve ayrılıkları sevmesi olup olmadığını soruyorum kendime. O zaman
ayırdedilemezi ayırdetmeye ya da her birimizin payına düşeni saptamaya
çalışıyorlar. Ancak her bir kişi zaten birden fazla kişi olduğu için, iki kişi
daha da çok insan yapıyor, bu herkes için böyledir. Ve kuşkusuz Anti-Oidipus'un
tüm bilgi aygıtından kurtulduğu söylenemez: Hala pek akademik, fazlasıyla
bilgecedir ve düşlenen pop-felsefe ya da pop-analiz değildir. Ama şuna
şaşırdım: Bu kitabı pek zor bulanlar, fazla kültüre sahip olanlardır, özellikle
de psikanalitik kültüre sahip olanlar. Şöyle diyorlar: Organsız beden nedir?
Arzu makineleri ne demektir? Tersine, az şey bilenler, psikanalizin bozmadığı
kimseler daha az sorunla karşılaşıyorlar ve anlamadıklarına kaygısızca boş veriyorlar.
Bu nedenle bu kitabın, en azından hukuken, on beş ile yirmi yaş arasındakilere
hitap ettiğini söyledik. Bir kitabı okumanın iki yolu vardır: Ya içerisine
kapatan bir kutu olarak düşünürüz kitabı, o zaman gösterilenleri ararız ve
sonrasında, daha da sapkın ya da bozulmuşsak, gösterenin peşine düşeriz.
Sonraki kitaba da, öncekinin içinde olan ya da sırasıyla onu içeren bir kutu
gibi davranırız. Ve onu açımlayacak, yorumlayacak açıklamalar arar, kitabın
kitabını yazarız, sonsuza kadar. Ya da diğer yol: Kitap küçük bir
anlamlandırmayan makine olarak düşünülür; tek sorun şudur: "Bu işliyor mu
ve nasıl işliyor?" Size göre nasıl işliyor? İşlemiyorsa, hiçbir şey olmuyorsa,
o zaman başka bir kitap alın. Bu diğer okuma, yeğinlikli bir okumadır: Bir şey olur
ya da olmaz. Açıklayacak, anlayacak, yorumlayacak bir şey yoktur. Elektrik
bağlantısı gibidir. Organsız bedenler: Kendi "alışkanlıkları"
sayesinde, kendi organsız beden edinme şekilleri sayesinde bunu hemen anlayan
kültürsüz insanlar tanıyorum. Bu diğer okuma şekli öncekinin karşıtıdır, çünkü
bir kitabı doğrudan doğruya dışarıya taşır. Bir kitap, çok daha karmaşık bir
dış makinedeki küçük bir çarktır. Yazmak, diğerleri gibi ve diğerlerine göre
hiçbir ayrıcalığı olmayan, diğer akışlarla, dışkı, sperm, söz, eylem, erotizm,
para, politika vs. akışıyla akıntı, karşı-akıntı, anafor ilişkisine giren bir
akıştır. Bloom gibi, bir elle kumun üzerine yazarken diğeriyle mastürbasyon
yapmak - bu iki akış ne gibi bir ilişki içindedir? Biz, bizim dışarımız, en
azından dışarılarımızdan biri, psikana1izden usanan belli bir insan kitlesi
(özellikle gençler) oldu. Senin gibi konuşmak gerekirse, "köşeye
sıkıştılar", zira az ya da çok kendilerini analiz ettirmeyi sürdürüyorlar,
şimdiden psikanaliz aleyhinde düşünüyorlar, ama onun aleyhinde psikanalitik terimlerle
düşünüyorlar. (Örneğin, asıl alay konusu, Fhar’daki oğlanlar, M.L.F.'deki[4]
kızlar ve daha birçokları kendilerini nasıl analiz ettirebiliyorlar? Bu onları
rahatsız etmiyor mu? Buna inanıyorlar mı? Divanın üzerinde ne işleri olabilir?)
Bu akımın varlığıdır Anti-Oidipus'u mümkün kılan. Ve en aptalından en
akıllısına kadar psikanalistler bu kitaba genelde düşmanca ama saldırgandan
ziyade savunmacı bir tepki gösterdilerse, bu elbette ki yalnızca içeriği
nedeniyle değil, insanların "baba, anne, Oidipus, hadımlık, geçmişe
dönme" laflarının edildiğini duymaktan ve genelde cinsellikle ilgili ve
özellikle kendi cinsellikleriyle ilgili tam olarak zayıf bir imge önerildiğini
görmekten gitgide usandıkları bu büyüyen akım nedeniyledir. Denildiği gibi,
psikanalistler "kitleleri", küçük kitleleri dikkate almak zorunda
kalacaklardır. Bu anlamda psikanalizin lümpen proletaryasından gelen güzel
mektuplar, eleştirmenlerin makalelerinden çok daha güzel mektuplar alıyoruz.
Bir kitapla, kitabın
parçalanmasıyla, başka başka şeylerle, ne olursa olsun herhangi bir şeyle
işleyişe sokulmasıyla vs. hiç ilgisi olmayan herkes için dışarısıyla, akışa
karşı akışla, makineleri olan makineyle, deneyimlerle, olaylarla temas
halindeki bu yeğinlikli okuma tarzı, tutkulu bir tarzdır. Oysa sen kitabı tam
olarak öyle okudun. Mektubunun bana güzel, hatta oldukça güzel gelen bir
bölümü, onu nasıl okuduğunu, kendi hesabına onu nasıl kullandığını anlattığın
bölümdür. Yazık! Yazık! Neden hemen yeniden eleştirmeye başlıyorsun - bundan
sıyrılamayacaksın, ikinci cildinizi bekliyoruz, sizi hemen tanıyacağız...?
Hayır, hiç de doğru değil, şimdiden düşündük bile. Devamını yapacağız çünkü
birlikte çalışmayı seviyoruz. Ama bu hiç de bir devam niteliğinde olmayacak.
Dışarının yardımıyla, dilde ve düşüncede o kadar farklı bir şey olacak ki bizi
"bekleyen" insanlar şunu söylemek zorunda kalacaklar: Tamamen
delirdiler, ya da bunlar pislik, ya da devam etmeyi beceremediler. Hayal
kırıklığına uğratmak bir zevktir. Kesinlikle deli gibi görünmek istemiyoruz,
ama zamanı gelince kendi tarzımızda delireceğiz, bizi dürtmenin anlamı yok.
Anti-Oidipus'un, birinci cildin, hala uzlaşılarla dolu, hala karmaşık ve kavramlara
benzeyen şeylerle fazlasıyla dolu olduğunu pekâlâ biliyoruz. Bunlar
değiştirilecek, değiştirdik bile, bize göre her şey iyi gidiyor. Kimileri aynı
hızda devam edeceğimizi düşünüyor, beşinci bir psikanaliz grubu
oluşturacağımızı sananlar bile var. Zavallılık. Başka şeyler, daha gizli ve
daha neşeli şeyler düşünüyoruz. Uzlaşmalar; artık hiç yapmayacağız çünkü bunu yapmaya
daha az ihtiyacımız var. İsteyeceğimiz ya da bizi isteyecek dostlar her zaman
bulunacaktır.
Demek köşeye sıkışmamı
istiyorsun. Ne Felix ne de ben bir alt-ekolün şef yardımcıları olduk: Bu doğru
değil. Biri Anti-Oidipus'u kullanıyorsa, umurumuzda bile değil, zira biz
şimdiden başka yerdeyiz. Siyasal olarak köşeye sıkışmamı, manifestolar,
bildiriler imzalamak zorunda kalmamı istiyorsun, süper toplum görevlisi: Bu
doğru değil ve Foucault'ya minnet duyulmasını gerektiren birçok şeyden biri de,
kendi hesabına ve ilk kez telafi makinelerini kırmış ve entelektüeli klasik
siyasal entelektüel konumundan çıkarmış olmasıdır. Siz, siz hala kışkırtmada,
yayınlamada, sorularda, açık itiraflardasınız ("itiraf et, itiraf et...").
Ben, tam tersine, siyasal açıdan da olmak üzere, en genç arzum olacak, yarı gönüllü
yarı zoraki bir gizlilik çağının geldiğini hissediyorum. Mesleki açıdan da
köşeye sıkışmamı istiyorsun, çünkü iki yıl Vincennes' de konuştum ve deniyor
ki, diyorsun ki orada hiçbir şey yapmıyorum. Konuştuğum sürece, "öğretmenlik
konumunu reddettiğim ama öğretmeye mahkûm olduğum, herkesin bu mesleği yüzüstü
bıraktığı bir zamanda ben yeniden ele aldığım" için çelişkide kaldığımı
düşünüyorsun: Çelişmelere duyarlı değilim, koşulunun trajikliğini yaşayan güzel
bir ruh değilim; konuştum çünkü bunu çok arzu ediyordum; militanlar, sahte-deliler,
gerçek-deliler, aptallar, çok akıllı tipler tarafından desteklendim, hakarete
uğradım, sözüm kesildi, Vincennes'de belli bir canlı eğlence vardı. İki yıl
sürdü, yeter, değiştirmek gerek.O halde, aynı koşullarda konuşmadığım şu anda,
hiçbir şey yapmadığımı ve güçsüz, koca kötürüm kraliçe olduğumu söylüyorsun ya
da söylenenleri aktarıyorsun. Çok da yanlış değil: Saklanıyorum, mümkün olan en
az insanla işlerimi yapmayı sürdürüyorum, ve sen, bir yıldız olmamam için
yardım etmek yerine, orada durmuş bana hesap soruyorsun ve güçsüzlükle çelişme
arasındaki seçimi bana bırakıyorsun. Nihayet, kişisel olarak, ailevi olarak da
köşeye sıkışmamı istiyorsun. Orada yüksekten uçmuyorsun. Bir karım ve oyuncak
bebekle oynayıp ortalarda gezinen bir kızım olduğunu açıklıyorsun. Ve bu, Anti-Oidipus'a
bakınca seni eğlendiriyor. Yakında psikanaliz yaptırma yaşına gelecek bir oğlum
olduğunu da pekâlâ söyleyebilirsin. Oidipus'u üretenin oyuncak
bebekler ya da tek başına evlilik olduğunu sanıyorsan, tuhaf Oidipus, oyuncak
bir bebek değildir, bir iç salgıdır, bir salgı bezidir ve kendine karşı
savaşmadan, kendine karşı deneyimlemeden, (hepimizi psikanaliste sürükleyen sulu
gözlü sevilme istencinin yerine) sevmeye ve arzulamaya muktedir olmadan,
Oidipus salgılarına karşı asla savaşmazsın. Oidipusçu olmayan sevgiler, az bir iş
değildir. Ve Oidipus'tan kaçınmak için bekâr, çocuksuz, homo, grup üyesi
olmanın yeterli olmadığını bilmeliydin, zira grup Oidipus'u, Oidipusçu eşcinseller,
Oidipuslaşmış M.L.F, vs. de var. Kanıtı, kızımdan daha Oidipusçu olan
"Araplar ve biz"[5]
adlı metindir.
Yani "itiraf edeceğim"
hiçbir şey yok. Anti-Oidipus'un göreli başarısı ne Felix'i ne beni tehlikeye
atar; bir şekilde bizi ilgilendirmez, çünkü başka tasarılar üzerindeyiz. O
halde başka bir eleştirine, en sert ve dayanılması en güç olanına geçiyorum.
Çok çaba göstermeyerek; başkalarının, homoların, uyuşturucu bağımlılarının,
alkoliklerin, mazoşistlerin, delilerin, vs. deneyimlerinden yararlanarak;
hiçbir şeyi asla riske atmayıp onların zevklerini ve zehirlerini biraz tadarak;
kendi hesabıma her zaman geride olduğumdan ibaret olan eleştirine. Karşıma,
Artaud hakkında profesyonel bir konferansçı, monden bir Fitzgerald amatörü
olmamanın yollarını sorguladığım bir metnimi çıkarıyorsun. Vaktiyle, kesinliğe
ve doğruluğa acınası bir inanışın belirtisi olan anlatılardan çok gizliliğe,
yani yanlışın gücüne inandığımı söylemiş olmam dışında hakkımda ne biliyorsun? Hareket
etmiyorsam da, seyahat etmiyorsam da, herkes gibi yerimde, ancak heyecanlarımla
ölçebileceğim, en dolaylı ve dolambaçlı bir şekilde yazdıklarımda ifade
edebileceğim seyahatler yapıyorum. Homolarla, alkoliklerle ya da uyuşturucu
bağımlılarıyla ilişkilerime gelince, başka yollarla kendi üzerimde onlarınkine benzer
etkiler elde edebiliyorsam, onların burada işi ne? İlginç olan, her ne ise
ondan yararlanıp yararlanmadığım değil, ben kendi köşemde bir şeyler yaparken
kendi köşelerinde şunu ya da bunu yapan insanlar olup olmadığı ve
sıralanmaların, toplanmaların, herkesin bir diğerinin vicdan rahatsızlığı ve
düzeltmeni kabul edildiği bütün bu bokluğun değil de, mümkün karşılaşmaların, rastlantıların,
beklenmedik durumların olup olmadığıdır. Size hiçbir şey borçlu değilim, sizin
bana borçlu olduğunuzdan fazlasını borçlu değilim. Sizin gettolarınıza gitmem
için hiçbir sebep yok, zira benim kendi gettolarım var. Sorun hiçbir zaman şu
ya da bu ayrı grubun doğasından ibaret değildir, şu ya da bu şeyin (eşcinsellik,
uyuşturucu, vs.) yarattığı etkilerin her zaman başka yollarla yaratılabileceği
çapraz (transversal) ilişkilerden
ibarettir. "Ben şuyum, ben buyum" diye düşünenlere ve ayrıca bunu
psikanalitik bir şekilde düşünenlere (çocukluklarına ya da yazgılarına gönderme)
karşı belirsiz, şüpheli sözlerle düşünmek gerekir: Ne olduğumu bilmiyorum,
narsisist olmayan, Oidipusçu olmayan o kadar çok vazgeçilemez araştırma ya da
deneme var ki - hiçbir homo asla kesin olarak "ben homoyum"
diyemeyecektir. Sorun, insanlık içinde şu ya da bu oluş değil, daha çok bir
insandışı oluş, evrensel bir hayvan oluştur: Kendini hayvan sanmak değil, vücudun
insani organlaşmasını bozmak, herkesin kendisine ait bölgeleri ve o bölgelerde
bulunan grupları, toplulukları, türleri keşfetmesiyle, bedenin şu ya da bu
yeğinlik bölgesini katetmek. Ne hakla hekim olmadan tıptan söz etmeyecekmişim,
ya ondan bir köpek gibi söz ediyorsam? Neden uyuşturucu bağımlısı olmadan uyuşturucudan
söz etmeyecekmişim, ya ondan küçük bir kuş gibi söz ediyorsam? Ve neden bir şey
hakkında bir söylev icat etmeyecekmişim, o söylevi verme hakkına sahip olup
olmadığım sorulmadan, o söylev tamamıyla gerçekdışı ve yapay dahi olsa? Uyuşturucu
kimi zaman sabuklatır, neden uyuşturucu hakkında sabuklamayacakrnışım? Kendi
"gerçekliğinizle" ne yapacaksınız? Sizinki, düz gerçekçilik. O halde
beni neden okuyorsun? İhtiyatlı deney kanıtı, kötü ve gerici bir kanıttır.
Anti-Oidipus'un en sevdiğim cümlesi şu: Hayır, asla şizofren görmedik.
Sonuç olarak mektubunda ne var? O
güzel bölüm haricinde kendinden hiçbir şey yok. Diğerlerinden ya da kendinden geliyormuş
gibi çabukça sunduğun bir söylentiler, dedikodular bütünü. Böyle olmasını
istemiş olabilirsin, kapalı kaptaki bir tür söylentiler pastişi. Yeterince snop,
monden bir mektup. Benden "yayınlanmamış" bir şey istiyorsun, sonra
bana kötü şeyler yazıyorsun. Mektubum, seninki yüzünden bir temize çıkma havası
taşıyor. Hiç iyi gitmiyor. Sen bir Arap değilsin, bir çakalsın. Olduğum için beni
eleştirdiğin şey, küçük yıldız, yıldız, yıldız olmam için her şeyi yapıyorsun.
Söylentileri sonlandırmak için, ben senden bir şey istemiyorum, ama seni çok
seviyorum.
Michel Cressole, in Deleuze, Ed. Universitaire, 1973
Kaynak: Gilles Deleuze, Müzakereler, Norgunk Yay., şubat 2006, çev: İnci Uysal, sf: 11-21
[1] Recherches, Mart 1973 sayısı, "Grande Erıcyclopedie des
hornosexualites".
[2] Fhar: Front homosexuel d'action reuolutionnaire; Devrimci Eylem Eşcinsel
Cephesi. (ç.n)
[3] Kötü şeylerin bilimi. (ç.
n.)