Deneyimli bir
Leyla Erbil okuruna bile yer yer şaşırtmaca veren ‘Cüce’de gözüpek ve pervasız
bir dil işçiliğiyle karşı karşıyayız
FÜSUN AKATLI
CÜCE
Leyla Erbil,
YKY, 2001, 103 sayfa, 8 milyon 500 bin lira.
Leyla Erbil’in ‘özgün’
bir yazar olduğunu söylemek, bu yazıya öyle girmek istedim. Dilimin ucuna bu
sıfat geliverdi. Ama hemen ardından çok savruk buldum sözcük seçimimi. Hangi
gerçek yazar ‘özgün’ değildir ki? Birilerinin kopyası olana, kalp, sıradan,
‘önemsiz’ olana ‘yazar’
diyebilir miyiz ki, birini öbürlerinden ayırmak için ‘özgün’ sıfatına
sarılıveriyorum ? Öyleyse, Leyla Erbil’i ‘özgün bir yazar’ saymaktan değil ama,
onun durduğu yeri belirlemekte bu sıfatı kullanmaktan hemen vazgeçmeliyim. Yine
de, bir şey demek istemiş olmalıyım, rastgele ya da savrukça ‘özgün’ bulurken
onu.
Yeni kitabı ‘Cüce’den
söz etmek istediğim bu yazıda, ben asıl Erbil’in yazarlığında kışkırtıcı
olanın, onun nitelemeleri zora koşan ‘ayrıksı’lığının peşine düşmeliyim.
Buyurunuz, bir içi boş niteleme daha:
‘ayrıksı’.
Leyla Erbil ‘özgün’
bir yazar, hem de ‘ayrıksı’, ayrıca ‘ilginç’ ve ‘gizemli’ de denebilir... Öyle
mi! Yoksa onu kırk yılı aşkın edebiyat serüveninde, yalnız ve kuytuda bırakan,
biraz da, benim gibi eleştirmen geçinenlerin eserlerinin hak ettiği
derinlemesine çözümleme ve değerlendirmeler yerine, böylesi içeriksiz
etiketlemelerle, yüzeysel değinmelerle hep zor bir edebiyatın kolayına
kaçmaları mıydı? Belki. Ama Türk anlatı edebiyatının en önemli yazarlarından
birini, hak ettiğine inandığım yazınsal tartışmaların odağı konumunda
göremeyişimizin nedenlerinden sadece biri olabilir bu. Diğer nedenler ise, kırk
yıllık bu serüvenin ancak ilk yirmi yılının edebiyata, sanata, düşünsel çevrene
ilgi duyulduğu bir döneme rastlaması; son yirmi yılının ise magazine ve ‘piyasa
ekonomisi’nin yükselen değerlerine kurban gitmesi gerçeğinde aranmalı.
Sırça dünyalara karşı
Daha ilk kitabı ‘Hallaç’ın
haber verdiği tutkulu ve takıntılı bir dil işçisidir Leyla Erbil. Sözünü
ettiğim ilk yirmi yılında, biri uzun öykü olmak üzere dört öykü kitabı
yayımlamıştı. Romanları: ‘Karanlığın Günü’ ve ‘Mektup Aşkları’ karanlık döneme,
ikinci yirmi yıla rastlar. Deneme yazılarını biraraya getirdiği ‘Zihin Kuşları’
1998’de çıktı. Gerek romanlarında, gerek denemelerinde, dille olan ilişkisinin
gizli dikişlerine uzanmanıza olanak verecek ipuçları bulursunuz. ‘Cüce’ ise,
deneyimli bir Erbil okuruna bile yer yer
şaşırtmaca veren, uç bir dil deneyinin ürünü. Sentaksı köşelere sıkıştıran,
gramer kurallarını, kendilerini yeniden oluşturmaları baskısıyla tehdit eden, semantiğe şantaj
yapan gözüpek ve pervasız bir dil işçiliği ile karşı karşıyayız artık.
“Yerlerde yuvarlanarak ve garip ünlemlerle
‘uvvvaqq -
kuuvaaqq’ kapatarak kendini kendinin üzerine, inanılmaz bir vahşetle çalışıyor;
ve ben yeniden beni olgunlaştıracak bir sırla; hiç böyle bir insanla
karşılaşmadığımı düşünmeye başlıyorum düşerek öteki kalbin pençesine vivace -
vivace!.. Sıçrıyor oraya buraya, gülüp, söylüyor, kalkıyor yatıyor dört dönüyor
ortalıkta Menipo, onun bu halini seyrederken bile değiştiğimi duyumsuyorum,
yüzüm saatle belki de gerçekten eşleşiyor latin ve arap rakamlar, armalar ve
armadalar,
alemler, ay
yıldızlar, kubbe ve çanlarla başka nedir onu bu denli heyecanlandıran anlamaya
ona yaklaşmaya çalışıyorum...” (ss.88 - 9) diye anlatılan Cüce Menipo, adeta
bize Erbil’in ‘Cüce’de sergilediği dil ‘performans’ının anlatı içindeki aktörü.
Bu çeşit bir dil
- biçem - biçim kazısıyla derinleştirilen bir metinde, dünya görüşü, politik
tavır, toplumsal analizler, belli hedeflere yöneltilen protestolar gibi içerik
ağırlıklı ögelerin yer alışı; yer almanın ötesinde, fantazmanın, gizemin,
büyünün atmosferini, o dilin kesici ve batıcı ve delici aygıtlarıyla
parçalayışı okuma alışkanlıklarımıza meydan okumakta. Aslında Leyla Erbil
edebiyatının başlangıcından bugüne, belki de en öne çıkan süreğen özelliği :
Meydan okuyuculuk. Dil yapılarına,
yerleşik
değerlere, kurulup berkitilen sırça dünyalara ve edebiyatın kurumsallaşmasına
karşı, yalın kılıç bir meydan okuma.
Kitap ‘Yazarın
Notu’ ve ‘Cüce’ başlıklı iki bölümden oluşuyor. Leyla Erbil imzasını taşıyan ‘Yazarın
Notu’ bölümü, ‘Cüce’nin yazarı olan Zenime hanımı, yazarın onunla ilişkisini
anlatan kısa bir öykü. ‘Cüce’de ise, ana metnin dizgisinden farklı üç hurufat
karakteri ile dizilmiş parçalar, bir dizgeye göre sol ya da sağ sayfalara
gömülmüş. Karakter dizilerinden biri ile, metnin içinden ilgili görülen
parçalar, Mustafa Horasan’ın resimlerinin (desenlerinin) resimaltları olarak
dizilmiş, resmin karşısındaki (soldaki) sayfada kullanılmış. Yıldırım’ın hep
koşarak geldiği Yıldırım bölümleri bold (kalın siyah) dizilmiş. Bu parçalar ve
elyazısı benzeri karakterle dizilmiş olanlar, ana metinle birlikte ‘Cüce’nin
gövdesini oluşturuyor.
Ama ben, ne bu
biçimsel düzenlemenin anlamı ve göndermeleri üzerinde duracağım, ne de Mustafa
Horasanlı’nın desenleri ile Erbil’in metni arasında bir bağlantı kurulup
kurulamayacağı, ya da bunun gerekip gerekmediği üzerinde. Bunlar üzerinde
durmaya yerimiz müsait olmadığı gibi, o işin üstesinden gelebileceğimden de
emin değilim. Aslında bunların ‘Cüce’nin okunmasında bir vazgeçilmezlikleri
olduğunu sanmıyorum ve eğer
haklıysam, metinle organik bir ilişki içinde görmeyebileceğimiz bu
oyuncakların, bu zaten hayli güç metni, okur için daha da güçleştirmesine
itirazım var.
Öte yandan, daha
kapsamlı bir incelemede mutlaka ele alınması gereken Zenime hanım, Menipo,
Hatçabla, Yıldırım karakterlerini de okurların metnin içinde iz sürerek
tanımalarını, kısacık bir yazıda onlar hakkında ileri geri konuşmaya yeğ
tutuyorum. ‘Cüce’, klasik yöntemlerle
‘tanıtımı
yapılacak’ bir kitap değil zaten. Bunlar yerine, yazarın metninin akışına yön
vermekte benimsediği bir biçeme değinmek isterim. Bilinçakışı (stream of
consciousness) denilen anlatı yordamına benzetilebilecek ya da koşut
görülebilecek bir biçem bu. Bu metinde kullanılan haliyle, belki de bellekakışı
demek daha yerinde olacak. Erbil
çağrışımlarla, şarkı sözleriyle, tekerlemelerle akışkanlık kazandırdığı bellek
içeriklerini; kimi yerde keskin virajlarla önlerini keserek somutlaştırıyor. Bu
da, az önce sözünü ettiğim dil - biçem ağırlıklı biçimsel kaygılarla, tarihsel
sorumluluk kaygısının el ele yürümesinin bir örneği olarak düşünülebilir.
Sözgelimi Sivas’taki şeriatçı katliamın yalazlarıyla ucundan tutuşuyor anlatı
bir anda, sonra alevler sinsi sinsi yürüyor metin içinde. Ya da “SİS bir harf
gibi dinlene dinlene ilerliyor” (s. 24).
Kentli edebiyatın
yüzakı
Yazı - edebiyat -
yazarlık uğraşı... bunlarla harmanlanmış bir
ömür, ‘Unutturuş Oyunu’ kurmuş bir yazar ve ‘unutuluş’a meydan okuyuş! Cüce’nin
‘mütemmim cüzlerinden’ biri de bu. Elyazısı karakterlerle dizili parçalardan
birinde yakalıyoruz ucunu:
“Yaralı doğar
bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce...” Ama Erbil, bir insanlık durumu tesbitinden, anlatısının
omuriliğine çengel atacaktır:
“’Hiç oluş’a
doğru yol alışı arzu ve istençle aramana tanık olsun istiyorsun onlar; ‘unutuluş’a
göğüs germeye hazır olduğunu, ancak o son anda tuhaf bir değişikliğe, -bir
kazaya uğradığını anlasınlar istiyorsun...” (s. 27) İşte bu son an, cüce’dir.
Görecektir okur gününü, okuyunca son’u ve cüce’yi!
Leyla Erbil’in
kurup bozduğu iç düzenekler, vazgeçmediği ironi, benim ‘cambazlık’ demeye
dilimin varmadığı dil hünerleri, keskin eleştirisi, onda ‘şiiriyet’e
rastlamanın pek olası olmadığı izlenimini yaratabilir. İşte, bir kere daha
yanılınır orada. “Kimi sabahlar aynanın merkezinde, en derin mağmasında
boşluğun saman alevi gibi yanıp sönen kendine rastlasan da yeniden sana dönmek isteyen o deniz fenerine, durmadın hiç
üstünde; hangi sana
dönecektin? (...) Bambaşka biri olduğunu düşünüyordun yere göğe sığmayan ve
üstünde yetmiş çeşit miletin haramı kalmışçana; sağlamalıydın adaletini bu
dünyanın gene de tüm önlemleri alarak, izini sürmeliydin kendi gerçeğinin,
caymamalıydın...” (s.67)
Leyla Erbil,
çağdaş Türk edebiyatının modern ve kentli edebiyatımızın yüzakıdır. Yerelliğin
sınırlarını aşmış da değil, hiç tanımamıştır. Pek çok şeyin sınırını tanımadığı
gibi. Bugün, Pen Edebiyatçılar Derneği şaşılası bir değerbilirlikle, hiçbir ‘popülarite’si
olmamış ve olmayacak bu yazarımızı Nobel Edebiyat Ödülü için aday gösteriyor.
Bu, Erbil için, muhtemelen hiç alamayacağı
Nobel’den daha değerli olmalı: Kendi gerçeğinin izinden ayrılmamakta direnmek
ve buna rağmen, Unutuluş’u bir - sıfır yenmek !