Bu kitap, devlet kuramına dönük önemli çalışmalarıyla uluslararası planda tanınan ve İngiltere’de Brunel Üniversitesi Siyaset ve Tarih bölümünde ders veren Marc Neocleous’un devlet kuramıyla ilgili en derinlikli çalışması olarak göze çarpıyor.
Daha Giriş bölümünün ilk cümlesinde “bu kitap devlet kuramına ilişkin Marksist bir yaklaşım önermektedir” diyerek iddiasını çıplak biçimde ortaya koyan Neocleous, bugüne dek Marksist bir devlet kuramı inşa edilemediğini ve bunu inşa etmek gereği üzerinden yola çıkıyor. Marksist devlet kuramına ilişkin yaklaşımların, tüm tarihsel süreç boyunca büyük çalkantılar geçirdiğini ileri süren yazar, bu çalışmasında bir yandan devleti ve sivil toplumu bağlamından tamamen kopartan yapısalcılık ve sonrasında gelişen “post” akımlarla hesaplaşmaktadır. Ancak “bu çalışma, hem devleti, hem de sivil toplumu birlikte dikkate almamız gerektiğini ileri sürerek, Marksizm içinde bu ayrımı görmezden gelen ya da kabaca ekonomistik altyapı – üstyapı modeline indirgeyen belirli geleneklerden de ayrılır.”
Neocleous kitabında Hegel’i yeniden yorumlamakta; Gramsci’nin olumlu katkılarını eleştirel bir süzgeçten geçirmekte; Foucoult, ve Althusser’e yönelik önemli eleştiriler yöneltmekte ve konuya ilişkin pekçok düşünürü ele alarak, onları yeniden anlamlı bir çerçeveye oturtmaktadır.
Siyaset bilimi, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi ve Marksizmle ilgilenen herkesin kütüphanesinde bulunması gereken bir kitap…
Kitap adı: Sivil Toplumu Yönetmek / Devlet İktidarı Kuramına Doğru
Yazar: Mark Neocleous
Çeviren: Bahadır Ahıska
Yayınevi: NotaBene
Sıkıyönetim
kanunu nedir? Tutuklular ve olağanüstü halin mantığı -Mark Neocleous
“Tutuklunun
sosyal statüsünü bir köpeğinkine indirmek için otur, gel ve havla gibi dersler
vererek başlandı. Tutuklu çok tedirgin oldu.”
Guantánamo
gardiyanın günlüğü, 20 Aralık 2002
Tutukluk hali
nedir? Terim, devletin sorgusuz sualsiz sayısız insanı gözaltına aldığı Dünya
Ticaret Merkezine yönelik saldırıların ardından ortaya çıkan otoriterciliğin
bir sonucu olarak yeni bir tanıma kavuştu. “Tutuklu” etiketi bu insanları hem
hükümlü hem de “savaş esiri” statüsünden ayırmaya yarar ve serbest
bırakılmaları ya da kendilerine yönelik muameleyi eleştirilmeleri için yasal
manipülatif girişimlerin esası olmuştur. Bu tutukluların asıl meselesi, tutuklananların
birçoğunun işkence gördüğü ve neredeyse hepsinin insanlık dışı muameleye tabi
tutulduğu açık gerçeğini bir yana bırakırsak, liberal demokrasinin temel
taşları sayılanlardan biriyle, mahkemeye çıkarılma hakkıyla ilişkili olmasıdır.
Sorgusuz sualsiz gözaltına alınan tutuklu figürü, bu temel özgürlük hakkına ve
bununla ilintili her türlü tutukluluk biçiminin hukukun üstünlüğüne riayet
etmesi gerektiği inancına açıkça hakarettir. Tutukluluk hali, devletin temel
insan hakları normlarını kaçınılmaz olarak geçersiz kılmasını gerektirir.
Tutukluluk hali bu anlamda, liberal demokrasinin kendisini konumlandırmak
istediği kanun türü (genellikle “totaliter” yönetim ya da “polis devleti”
biçimleri) açısından kesinlikle esastır. “Tutuklu” kelimesi bize Fransızca
détenus‘dan gelir ve asıl dayanak noktası on sekizinci yüzyıl Fransız “polis
devleti”dir. Özellikle, daha geniş olarak “teröre karşı savaş” bağlamında
düşünüldüğünde, tutukluluk hali aynı zamanda yönetim biçimini kontrol etmenin
bir aracı olarak orduyu kullanan rejimleri andırır. Semptomatik bir şekilde
tutuklular ordu tarafından kontrol edilen uzamlarda, kamplarda ya da
hapishanelerde tutulur. Tutuklu, bir başka deyişle sıkıyönetim kanunun sembolik
bir figürüdür.
O halde
“tutukluluk hali nedir?” sorusu bir başka soruyu göz ardı eder: “Sıkıyönetim
kanunu nedir?” Daha önemlisi, şimdi bu kadar çok insan, bir sıkıyönetim kanunu
ilanı olmadan kendilerini gözaltına alan bu egemen kendilikler tarafından nasıl
“tutuklu” olarak alıkonulabilmektedir? Gerçekten de bir yönetim biçimi olarak
sıkıyönetim kanunu nedir? Bu noktada sıkıyönetim kanunun eleştirel soykütük
tarihi yoluyla kanunun çağdaş mantığına uzanıyorum. Bu mantık ve soykütük,
çağdaş kapitalist devletlerdeki kanunun doğası hakkında ilginç şeyler ortaya
koyar. Bu kanunun, sıkıyönetim kanunun liberal demokrasilere uygun bir biçime
dönüşümü içerdiğini varsayıyorum. İzini sürdüğüm şey kısmen sıkıyönetim kanunun
liberalleşmesidir. Bu liberalleşme, liberal terimlerle daha kolay bir şekilde
savunulan bir formda, sıkıyönetim kanunun uygulanacağı en önemli pratiklere
olanak veren yeni kavramların (olağanüstü hal kuvvetleri ve milli güvenlik)
oluşumuyla ortaya çıkmıştır. Sıkıyönetim kanunun tarihini yeni liberal
otoriterciliğe bağlayan bu iki fikrin örtüşen bazı tema ve varsayımlarını
birbirine bağlıyorum. Bu tür bağlar kurmanın arkasında yatan politik maksat
güvenliğin eleştirisini daha ileri götürmektir. Bu, böyle bir eleştiri
geliştirmekten ziyade, güvenlik konusundaki çoğu güncel tartışmanın liberal
zeminini kabullenmeye meyilli sol açısından ivedi politik bir görevdir.
“Hukukun üstün kılınması” amacıyla liberal taleplerin vurgulanması ya da
özgürlük ve güvenlik arasında daha iyi bir “denge” ortaya konması çok daha
fazlasının yapılmasını imkansız kılmıştır.[1]
Askeri Hukuktan Sıkıyönetim Kanuna
1830′lara kadar
sıkıyönetim kanunu, askeri alandaki silahlı kuvvetleri yönetme usulleri, askeri
hukukla eşitleniyordu. Terimin asıl anlamı bu yüzden kraliyet askeri ve yabancı
düşmanlar üzerindeki yargı yetkisini kastediyordu. Örneğin 1628 Haklar
Bildirisi, sıkıyönetim yasasını yalnızca askerlere uygulanabilir hale getirerek
monarşik güçlerin suiistimalini sınırlamaya çalışmış ve bu nedenle Kraliyetin
barış zamanı boyunca ülkede askeri hukuku uygulamaya hiçbir yetkisi olmadığını
ileri sürmüştür. Aynı şekilde 1689 İsyan Hareketi, askerlerin sıkıyönetim
mahkemeleri tarafından davalarının görülmesi ve cezalandırılmalarına imkan
tanıdı ve kralın barış ve savaş sırasında ordunun idaresi amacıyla “sıkıyönetim
ilan etmesine” olanak verdi. Hiç kimse sivillerin giderek bu kanuna tabi
olacağını aklına getirmedi. Bu kanun on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda
aynen kaldı.
Bununla birlikte
on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında kavram, yavaş yavaş yeni bir anlam kazandı.
Yeni anlamın gerisindeki başlıca unsur, işgal edilen toprakların idaresinde
giderek sıkıyönetim kanunun uygulanmasıydı. Britanya devletinin düzeni sağlamak
için zaman zaman İsyan Kanunu yoluyla işin içinden çıktığı her toprak
parçasında sıkıyönetim kanunu, giderek standart politik deneyim yeri olan
sömürgelerde (1805 ve 1816′da Barbados, 1823′te Demerara; 1831-32 ve 1865′te
Jamaika; 1837-38′de Kanada, 1817 ve 1848′de Seylan Adası; 1848-49′da Kefalonya;
1834-35, 1849-51 ve 1852′de Ümit Burnu; 1863′de Vincent Adası ve her fırsatta
İrlanda’da[2] ) uygulanmaya başladı. Bu tür ilanlar arttıkça, sıkıyönetim
kanunun bir tür hukukun askıya alınmasını içerdiği açıklık kazandı. 1838 Kanada
Olağanüstü Halinin ilan edilmesinden sonraki hukuki bir mütalaada Kraliyet
hukuk danışmanları, “Lort Hale tarafından ortaya konan sıkıyönetim kanunun
doğrusu bir kanun olarak kabul edilmesinden ziyade müsamaha gösterilen bir şey
olduğu” yorumunu yapıyordu.[3] Nisan 1851′de Seylan Adasındaki isyanın
bastırılmasıyla ilgili Avam Kamarasındaki hararetli bir tartışmada, Wellington
ve Earl Grey dükü, sıkıyönetim kanunu orduyu kumanda eden generalin istencinden
ne fazla ne de eksik olduğu için, sıkıyönetim kanunun aslında yasa anlamına
gelmediğinde hem fikirdi.[4] Bu tür iddialar, zamanın anayasal otoritelerinin
kriz zamanlarında anayasal normların terk edilebileceğini tartışmaya
başlamasıyla hiç kuşkusuz destek gördü. Yaygın bir okuyucu kitlesi olan Henry
Halam Constitutional History of England eserinde şu yorumda bulunuyordu:
Herkesin
korunmasının azınlığın yasal haklarının feda edilmesini gerektirdiği, gerçekten
de acil tehlike anları olabilir; anayasal biçimlerin geçici olarak terk
edilmesini mazur göstermenin yanı sıra bunu gerektiren koşullar olabilir. Fiili
bir isyan sırasında sıkıyönetim ilan etmek ya da sivil yargı yetkisinin askıya
alınması bütün hükümetler açısından olağandır.[5]
Başka bir
deyişle sıkıyönetim kanunun ordunun yanı sıra düzeni korumak üzere ordu için
kullanımında da uygulanabilir olması ve bazı temel özgürlüklerin askıya
alınması fikri yaygınlık kazanıyordu.
Bunun bir
benzeri, 1841′de devletin yazılı bir anayasayı benimsemesi için militan Rhode Island’lıların can
alıcı tartışmasının etkilediği ABD bağlamında bulunabilir. Rhode Island’lıların halk egemenliği arzusu,
bir anayasa tasarlayarak, bu anayasayı onaylamaya sunup daha sonra bunu ilan
ederek halkın seçtiği bir sözleşmede birleşmelerine neden oldu. Otoritelerin
buna yanıtı sıkıyönetim ilan etmek ve devlet milislerini seferber etmek oldu.
Hiçbir haklı neden gösterilmeksizin yüzlerce insan tutuklandı ve net bir suç
isnadı olmaksızın hapsedildi. Birçok Rhode
Island sakini, ordu Amerikan tarihinde daha önce
görülmemiş bir biçimde kullanıldığı için bunun fiili yasaya tabiiyet testini
kesinlikle desteklemeyeceğine inanıyordu ve bu yüzden 1843′ün sonu 1844′ün
başında iki dava açtıla
r. Davalardan
birisi özellikle sivil otoritenin yerini ordunun almasının meşruluğuna ve yargı
sürecinin kasıtlı askıya alınmasına odaklandı. Seyyar Mahkeme üstünkörü
oturumlardan sonra davalara son verdi, ancak söz konusu mesele o kadar önemli
sayıldı ki 1849′da Anayasa Mahkemesine götürüldü.
Müdahale
yıllarında sıkıyönetim kanunun tanımıyla ilgili bir tartışma çıktı. 1846′da
sıkıyönetimi askeri hukuktan ayırmaya çalışan ve olağanüstü hal koşullarında
sivil kurumlar kapanıp bastırıldığında tek savunma aracı olarak anayasanın
aslında sıkıyönetim kanuna müsaade ettiğini ileri süren William C. Dehart’ın
Observations on Military Law ve John Paul Jones’un Treatise on American
Military Laws isimli iki kitabı yayınlandı. Bu arada 1846′daki savaş, şu anda
sözümona Amerikan kurumlarına yabancı ve görünüşte öz-yönetimden aciz epeyce
“yabancı” bir nüfusu barındıran sendikanın büyüklüğünü neredeyse iki misli
arttırdı. İster istemez şu soru gündeme geldi: Sıkıyönetim kanunu bu tür bir
durumda ve böyle bir halka yakışık alır mıydı? Rhode
Island davası 1849′da kararlaştırılana kadar, Yargıç Joseph Story
1842′deki durumun “son derece ivedi olduğunu ve Rhode Island yasama organının en olağanüstü
kaçınılmaz direniş araçlarına karar verdiğini ve bu nedenle sıkıyönetim ilan
ettiğini” iddia edebiliyordu. Joseph Story “Sıkıyönetim kanunun, orduya acele
yetki verme maksadıyla genel hukukun askıya alınması olduğunu” öne sürmeye
devam ediyordu. Dahası mahkeme, isyanın “bir savaş durumu” yarattığını ileri
sürüyordu ve Yargıç Taney’e göre, “bir devlet silahlı bir ayaklanmayı bastırmak
için kendi askeri gücünü kullanabilirdi.” Mahkeme ayrıca devletin kendisinin
böyle bir kararda nihai söz sahibi olduğunu ileri sürüyordu. Mahkeme bu yüzden,
bu tür hükümet eylemlerinin bir mahkemede sorgulanmaması gerektiğini ekleyerek,
sıkıyönetim ilanının Rhode Island ayaklanmasını bastırmak için münasip olduğuna
karar verdi.[6] Bu hüküm -Luther’in ilk olarak evinde aramaya ve tutuklanmaya
karşı çıktığı Luther-Burden davasından sonraki Luther hükmü- 1830′ların
başından beri gerçekleşen bir süreci doğrulayarak, Amerika’da sıkıyönetim
kanuna ilişkin anlayışı değiştirdi: Sıkıyönetim kanunu artık bir tür olağanüstü
hal krizini meydana getirdiği düşünülen durumlarla ilgili ayrıcalıklı hükümet
güçlerinin oluşturulmasını ima ediyordu. İsyanlar bir savaş biçimi meydana
getirdikleri için, sıkıyönetim kanunun uygun hale geldiği temel özgürlüklerin
askıya alınabildiği bir tür krizi biçimlendirmeleri gerekir. Bu sav o zamanlar
ulusal düzeyde kolayca uygulanabilirdi. Neticede Lincoln yönetimi ve yirminci
yüzyıl boyunca sıkıyönetim kanunun Luther hükmü içerisinde uygulamaya konduğu
görülür.
O halde on
dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan sıkıyönetim kanunun mantığı ve odak noktasıyla
ilgili muazzam bir tarihsel dönüşüme, devlete “kamu güvenliği ve düzenin”
tehlikede olduğunun düşünüldüğü durumlarda özel, anayasal olarak saptanmış
güçleri kullanma hakkı tanıyan bir dönüşüme tanık oluyoruz. Bu dönüşümün bir
benzeri, medeni hukukun içerisindeki “örfi idare” anlayışında oldu. Örfi idare
kendi emsali olarak hem Roma diktatörlüğünü hem de kuşatılmış bir kalenin
komutanına verilmiş mutlak yetkili güçlerin tarihini seçti. Ancak on dokuzuncu
yüzyıl boyunca kavram askeri alandan politik alana kaydı ve olağanüstü kriz
dönemlerinde sivillere uygulanabilir oldu. Örneğin 1815 Ek Sözleşmesi, genel
istisna halini tanımlamak için “örfi idare” terminolojisini benimserken, 1800
Fransız anayasası “devletin güvenliğinin icap ettiği” zaman ve yerlerde sivil
özgürlüklerin ve hakların askıya alınmasına imkan tanıyordu. Ancak asıl değişim
Paris’te 1848 Haziran ve Ekim ayları arasında örfi idarenin dayatılması ve bu
tür devletleri çevreleyen meseleleri düzenlemeye çalışan 9 Ağustos 1849 tarihli
yeni bir “Örfi İdare Kanunu”yla başladı. O zamana kadar hukuka içkin olan
mantık, örfi idarenin sıkıyönetim kanununki gibi benzer süreçleri (yasama ve
yargı organıyla karşılaştırıldığında yürütme gücündeki artış ve gözaltına alma yetkisini içeren
temel özgürlükler ile hakların askıya alınması) gerektirdiği yönündeydi.
Sıkıyönetim kanunun gelişimiyle birlikte “örfi idare”, giderek düşman güçlerle
daha az askeri mücadelelere ve daha fazla iç karışıklık sorunlarına değinerek,
yavaş yavaş askeri üsluptan politik bir üsluba kaydı.[7]
Hem sıkıyönetim
kanunu hem de örfi idarenin tarihi, devlet yapısındaki ordunun düzenlenmesinden
devlet adına bütün toplumsal düzenin ordu tarafından düzenlenmesine geçişin
tarihidir. “Sıkıyönetim kanunu” ve bununla ilişkili “örfi idare”, askeri gücün
iç yönetişim yönetmeliğinden temel özgürlük ile hakların ve hatta kısacası
hukukun askıya alındığı toplum nezdinde, askeri gücün kullanımı yönünde bir
rasyonalizasyona geçer. Bu birkaç kilit davayla gösterildiği gibi, on dokuzuncu
yüzyılın sonuna kadar rahat bir şekilde yürürlükte kaldı. 1902′de Kraliçenin
Hukuki Danışma Kurulu Ex Parte D.F. Marais, savaş çok yayıldığı ve olağanüstü
hal koşulları çeşit çeşit olduğu için, sıkıyönetim yasasının ancak sıradan
mahkemeler artık maddi olarak işlevsel olmadığında başvurulabilir olduğuna
karar verdi. Law Quarterly Review‘da yazan Fredrick Pollock’a göre,
“sıkıyönetim kanunu, ülkede savaş olduğunda devletin korunması zorunluluğuyla
yapılan eylemlerin” adı olduğunda; yargı, “sıkıyönetim kanunun askeri hukukla
benzer ya da mantıksal olarak bağlantılı olduğu yönündeki temelsiz fikri canlı
tutmaya” çalışıyordu.[8] ABD’de Vali Peabody 1903 ve 1904′de, ihzar emrini
askıya alarak, sokağa çıkma yasağı uygulayarak ve madenci sendikasının başkanı
Charles Moyer’i davası görülmeden hapsederek Colorado’da sıkıyönetim ilan etti.
Moyer özgürlükten mahrum edildiğini ileri sürerek, davası görülmeden
hapsedilenler için tazminat davası açtı. Moyer-Peabody (1909) davasında Anayasa
Mahkemesi, valinin haklı olarak nihai hakim olduğunu ve özgürlük yönündeki her
türlü bireysel hakkın anın gerekliliklerine tabi olması gerektiğini öne
sürerek, kararın reddini olumladı. Mahkeme böylece 1849 Taney hükmünün büyük
kısmını bağlayıcı yasaya dönüştürdü.[9]