“İnsan komşusunu
bir yere kapatarak kendi aklının sağlıklı olduğunu kanıtlayamaz” Dostoyevski
(alıntı, M. Foucault)
İnsanın Hiçleşme
Serüvenine Giriş / Serol Teber
Kuşkusuz hiç
kimsenin şu ya da bu biçimde, dışarıya yansımamış, eylem niteliğine dönüşmemiş
politik tutumlarını önceden bilmek pek kolay değildir. Ancak, çeşitli gözlem
ve ampirik araştırma yöntemleriyle, bir insanın günlük yaşam sürecinde
gösterdiği önyargı, ethno-sentrik öz, dogmatizm, tutuculuk vb. gibi politik
nitelikli tutumlarından-davranışlarından kimi çıkarsamalar yapmak olasıdır.
Politik- psikoloji
araştırmalarının en çok üzerinde durduğu noktalardan biri önyargılı
tutumlardır.
Önyargı,
toplumsallaştırma dönemlerinin en erken çocukluk evresinden itibaren
biçimlenmeye başlar. Topluma egemen olan ideolojilerin -aile içine- kadın erkek
ilişkilerine yansıması sonucu, çocuğun yaşamını daha ilk günlerinden
başlayarak, önyargılı gelişmesinin ilk motivasyonlarını oluşturmaktadır.
Amerika Birleşik
Devletleri'nde yapılan ve çok bilinen bir araştırmada, 3-7 yaşlan arasındaki
kara ve beyaz derili çocuklar, kendilerine gösterilen bebek ve resimlerin, ilk
kez beyaz renkli olanlarına karşı belirli bir genel eğilim göstermelerine
karşın, biraz daha ileri yaşlardaki kara derili çocukların, ABD toplumunun
önyargıları uzantısında ve bunlara bir tür tepki olarak, giderek kendi deri
renklerine benzer renkli bebekleri tercih etmeye eğilim gösterdikleri tesbit
edilmiştir.
Çocukların aile ve
ilk eğitim dönemlerinde başlayan ön yargılı düşünceleri ileri dönemlerin
politik toplumsallaştırılması ile daha açık bir biçimde anti-demokratik
nitelikler almakta ve giderek, politik tutumlar, "bizden olanlar" ya
da "bizden olmayanlar" diye, bütünsel onaylama ya da gene bütünsel
inkarlara varan boyutlara uzanmaktadır.
Önyargılı düşünmek
hiç kuşkusuz, kültür düzeyi düşük ve yeterli düşünme alışkanlığı
geliştirmemişler için oldukça "tutumlu" (ekonomik) bir düşünme
biçimidir. Çok az düşünerek yaşamlarını sürdürmeye özen gösterenler, önyargılı
düşünmeyi ve önyargılı yaşamayı özellikle severler. Ayrıca, önyargılı düşünmek
stereötipik bir düşünme biçimidir de... Bu yöntem, düşünmede kolaylık ve hatta
rahatlık sağlar; insan günlük yaşamı yargılarken kendince kılı kırk yarmaz,
doğruyu-yanlıştan ayırmada zorlanmaz. Ancak, böyle ekonomize edilmiş ve
stereötipik konuma getirilmiş düşünceler, kendi içlerinde bir tür kapalı
devreler oluştururlar ve ortaya çıkan olası bir toplumsal kriz, güvensizlik,
güvencesizlik ortamında, kimi önyargılı ve dengesiz davranışlarda
bulunabilirler.
Örneğin, önyargılı
düşünce (bakış tarzı), hızla ayrımcı tutumlara, saldırganlığa dönüşebilir.
Ancak, hep bilindiği gibi, önyargı ile ayrımcı ilişkiler değişik biçimlerde
ortaya çıkabilir. Örneğin, kimi kez bir devletin, başka bir devletle
ilişkilerinin bozulmasından sonra, her iki devletin yurttaşlarının da
birbirlerine karşı çok kez önyargısız fakat ayrımcı ve hatta düşmanca tutumlar
alabildikleri ya da bunun tam tersi durumlarda ve özellikle üçüncü dünya
ülkelerinde görüldüğü gibi, yerli halkın büyük bir bölümünün, birinci dünyalı
turistlere karşı ayrımcı olmayan, ancak önyargılı davranışlar gösterdikleri
tesbit edilebilir.
Fakat, en çok
görülen klasik biçimde, önyargı ile ayrımcılık birlikte ortaya çıkarlar; ve
gene birlikte ethno-sentrik karakter (ve düşünce biçimini) oluştururlar.
Burada, biraz abartmalı bir tanımlamayla, dünyayı içinde yaşanan toplumsal
grup (ulus) ile bu toplumsal grubun (ulusun) dışında kalanlar diye ikiye
bölerek düşünmek söz konusudur. Ethno-sentrik kişinin içinde bulunduğu
toplumsal grup, (ulus) iyi, ötesi kötüdür, içinde bulunulan toplumsal grubun,
normlarına, değer ölçülerine sadakatle uyulmalı, itaat edilmelidir. Bunlara
karşı tavır alanlara, önyargılı, yurtseverce, nasyonalist ve hatta faşist ve
ırkçı tutumlar alınabilir...
Genel olarak tüm
otoriteryan kişilikler aşın bir ethno-sentrik öz taşırlar. Ayrıca, ampirik
araştırmalarda, ethno-sentrik kişiliğin aynı zamanda, dogmatik, tutucu,
sosyaldarwinci nitelikler taşıdığı sergilenir...
Burada bir
parantez açıp, ilktoplumlarda, kendi klanını/ grubunu mutlaklaştıran,
ethno-sentrik düşünceleri, tutumları, bir tür doğal savunma mekanizması sistemi
içinde değerlendirip anlayışla karşılamak olasıdır. Fakat, gelişmiş
sanayileşmiş burjuva toplumlarında ortaya çıkan, zayıf-güçsüz
kişiliği/karakteri, gizlemek ya da dengelemek amacıyla üretilen ethno-sentrik
tutum tüm politik davranışların dinamiğine ağırlığını koyar. İçinde bulunduğu
toplumsal koşullara ve kendine güvenmeyen birey, bu durumu dengeleyebilmek
için, kendisini ve içinde bulunduğu toplumu-grubu olağanüstü ve irreal
biçimlerde rasyonalize (Freud) eder; realiteden kaçar ve sürekli olarak düşman
imajı yaratılır... Ve ancak bu düşman imajları ile bireyin ve sistemin ayakta
kalabileceği düşünülür...
Bu konuda
politik-psikolojik araştırmalar son kerte öğretici veriler sergilemektedir.
Örneğin, bu düşman imaj koşullandırılması bir kez bireye ve topluma
benimsetildikten sonra, artık ortada böyle bir imajı yaratacak (ya da
besleyecek) düşman bulunmasa da, bir tür fantom-düşman imajı süregelmektedir.
Örneğin, bugünlerde bile, Avusturya'da görülen yoğun anti Yahudi eğilimlerin
(düşmanlıkların) nedenlerini tesbit edebilmek için sürdürülen araştırmalar
oldukça ilginç ve öğretici sonuçlar vermiştir. Çünkü bilindiği gibi,
Avusturya'da, böylesi güncel bir Yahudi düşmanlığını koşullayacak sayıda Yahudi
yoktur; ve ayrıca resmi ve açık bir anti-Yahudi politikası da uygulanmamakta,
ancak gene de tüm bunlara karşın ciddi bir Yahudi düşmanlığı bulunmaktadır.
Araştırmacılar, Yahudinin bulunmadığı bir toplumdaki Yahudi düşmanlığını
"söylencelere dayalı Yahudi düşmanlığı" olarak tanımlamışlardır.
Modernleşme etnosentrik düşünceyi azaltmamış, tersine pekiştirmiştir. Modem
uluslaşma süreci içinde etnosentrik düşünce ve davranışlar en uç örneklerini
çeşitli soykırımlarında göstermişlerdir.
Wilson, 1973
yılında yayınladığı ve son yıllarda uluslararası düzeyde genel kabul gören
"Konservatizmin Dinamik Kura mı" adlı çalışmasında "tutucu
(konservatif) kişiliği" oldukça açık ve ayrıntılı bir biçimde gözler önüne
sermiştir.
Wilson'a göre,
tutuculuk (konservatizm) kişiliğin, konfilikt karşısında geri çekilerek
oluşturduğu bir tür savunma mekanizmasıdır. Tutucu kişilik, kendini sürekli
tehdit altında hissetmenin getirdiği güvensizlik, umutsuzluk, güvenirsizlik
sonucu en kestirme ve görece kolay çözüm yolunu seçer; kendini hiç kimsenin
saldırmasına / tehdit etmesine gereksinim duymayacağı alanlara kadar geri çeker;
kişiliğini silikleştirir; hiçbir özgün-orjinal yanını açıkta bırakmaz. Ancak
gene de içinde yoğun bir korku, güvensizlik/ itimatsızlık taşır...
Wilson'a göre bu
tür kişilikler, doğuştan ve/veya ilk çocukluk yaşlarından itibaren kendilerine
uygulanan toplumlaştırma, eğitim sürecinde gösterilen otoriter baskı sonucu çok
korkulu ve çok hassas / duyarlı bir biçimde yetiştirilmişlerdir. Bu tür bir
kişilik üzerinde, toplumsal ideoloji, özellikle din, politik tutum ve diğer
kültür alanları özgün gelişmeler gösterebilir... Bu tür gelişmeleri, Wilson
"konservatif sendrom" paydası altında toplamayı önermektedir.
"Konservatif sendrom" içinde tanımlanabilen kişilikler, politikada
(genel olarak) sağa eğilimlidirler; azınlıklara ve 3. Dünya ülkelerine,
Yahudilere ya da kara derililere karşı hoşgörüsüzdürler; yoğun bir
ethno-sentrizm, militarizm, özellikle dinsel alanlarda dogmatizm, toplumsal
uyum-konformizm, anti-hedonizm ve yeniliklere karşı aşırı duyarlı bir tutum
gösterirler.
Ancak,
tutucu-konservatif karakter gelişmeye açık hatta ilerici bir yanı da kendi
içinde taşır. Ve genel olarak, gelişmiş sanayi ülkelerinde görülen tutucu
karakterin, tutucu/ilerici dinamiğini genel toplumsallaştırma sürecinin
niteliği, eğitim, kültür düzeyi, meslek, aile durumu vb. gibi bireyin içinde
yaşadığı somut toplumsal-kültürel-tinsel koşullar belirler...
Bu nedenle de, bu
konuda Wilson'un tanımlamaları -ve bu alanda yapılan diğer genellemeler-yaşamın
tüm alanlarını ve kişiliğin tüm boyutlarını kapsamaz; kapsamayabilir. Ayrıca,
çok kez birbirleriyle çelişkiliymiş gibi görünen değişik görünümler de ortaya
çıkabilir. Burada da psişik yapının çeşitli sektörlerinde ve bunların günlük
yaşama yansıyışlarında, birey, kimi kez tutucu (günlük konuşma söylemiyle,
Status quo'yu koruyucu), hatta yenilik düşmanı, ve ancak tüm bunlara karşı kimi
zamanlar -olumlu anlamda- ilerici, geleneklere sahip çıkıcı, koruyucu,
muhafaza edici politik tutumlar ortaya koyabilmektedir. Somutlarsak, örneğin,
Batı-Orta Avrupalı tutucu-konservatif kişiliğin, toplumsallaştırma, eğitim,
kültür düzeyini yükseltme gibi alanlarda, -gerektiğinde- sınıf kökenli
sosyal-demokrat ve hatta sosyalist partilerin ilerici
ekonomik-toplumsal-kültürel politikalarını destekleyebilecek kadar ilerici,
buna karşın ulusal sorunlar, din, moral, gelenekler gibi konularda tutucu
tavırlar alabildiği gözlenmektedir. Tek tümcede özetlemeye kalkarsak
tutucu/konservatif kişilik kimi konularda şaşırtıcı derecede ilerici ve kimi
konularda ödün vermez bir tutucudur…
Bu tür
kişiliklerin yaşadıkları toplumsallaştırma süreci, aldıkları eğitim, meslek ve
toplumsal konumları, aile durumları, gibi nedenler, onların ilerici demokrat
yanlarını etkileyebilir. Örneğin, Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü'nün,
Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmiş üyelerinin yaptıkları çeşitli ampirik
araştırmalarda, "Hitler kurbanı Yahudilere, liberallerden ve
protestanlardan çok katoliklerin ve muhafazakarların yardım ettikleri tesbit
edilmiş, Paul Messig ve Horkheimer bu durumu, eleştirel idealleri, liberallerden
çok muhafazakarların savundukları..." biçiminde yorumlamışlardır.
Ancak, güncel
olaylar bile bu tür kişiliklerin ilerici ya da tutucu yana doğru kaymasına
neden olabilir. Ve gene hep bilinir ki, bu tür kişilikler, güncel olayları,
toplumsal gelişmeleri çok dikkatle ve büyük bir duyarlılıkla izlerler. Günlük
yaşamdan gelen bir küçük olumsuz izlenim, tutucu kişiliklerin içlerinde bir
yaşam boyu taşıdıkları "latent korkuyu" artırır ve kişiliğin hızla ve
gene şaşırtıcı bir küntlükle tutucu/ilerici dengesini bozar; ve politik tutum,
tutucu tarafa doğru kayabilir. Bu kez, tutucu öğeler dogmatik nitelikler
kazanabilir, hoşgörü azalır; önyargılı düşünülmeye ve hatta önyargılı tutumlar
alınmaya başlanır...
Konservatif
kişiliğin bu ikili yanına Adorno, Otoriteryan Karakter araştırmasında da uzunca
değinir ve bunu, hakiki (genuine) ve sözde (pseudo) - konservatif karakter
kümelerinde tartışır... Adorno, özellikle sözde (pseudo) konservatif karakteri,
sözde (pseudo) faşist karaktere çok yakın görür. Sözde tutucu karakterin
özellikle geleneksel Amerikan örneğinin psişik yapısı, otoriteryan, saldırgan,
çok kez şiddet öğelerini içeren, kaotik terörist ve tahripkardır... Bunlarda
Üst-Ben (Über - Ich) çok kuvvetlidir; ve bu durum, bu kişilerin, insan hakları,
barış vb. gibi konularda, "vicdanlarının seslerini" dinleyerek
otoriteye boyun eğmelerini olanaklı kılar... Bu tür kişilikler "kollektif
karaktere" ve "özel teşebbüse" eğilim gösterirler (Adorno).
Örneğin, bunlar çok sayıda parlamenter yerine az sayıda ve güçlü devlet adamını
yeğlerler. Demokrasiye inanırlar ama gerçekte anti-demokrattırlar; bunlar
çokçası, sözde demokrat, sözde liberal ve sözde ilericidirler...
Tutucu
(muhafazakar)-konservatif kişilik-karakter, -genel çizgileriyle- liberal
burjuva toplumunun (Adorno'nun kanısına göre, son dört yüzyıllık tarihsel
birikimin) ürünüdür; ve tüm yaşam boyu hem eski toplumsal kurumlarla
hesaplaşmış ve hem de -özellikle liberal burjuva- toplumunun en temel
niteliklerini daha ileri ve daha radikal biçimlerde geçerli kılmak için
çalışmıştır. Tutucu kişiliğin aynı andaki hem ilerici ve hem de tutucu yanı,
onun, tarihsel kökenindeki bu ikilemden kaynaklanır. Ancak bu ikilemin günlük
polit-barometreye göre yaptığı salınımlar tüm toplum için son kerte yaşamsal
önemli sonuçlar ortaya çıkarır, ve tutucu kişilik, demokrasi, insan hakları,
özgürlük hatta parlemanterizm gibi liberal burjuvazinin en temel savlarını bile
bir anda, dogmatizm, militarizm, güçlü devlet egemenliği, ve hatta
"önder" (Führer) gibi bireysel normlar ve toplumsal standartlarla
değiştirebilir...
Yapılan pek çok
ampirik araştırma da benzeri savları doğrular nitelikli sonuçlar getirmiştir.
Toplumsal yaşamda ortaya çıkan kriz ve bunun getirdiği korku
huzursuzluk-güvensizlik-kuşku oluşturan olaylar karşısında bu tür kişiliklerin
hızla savunma konumuna çekildikleri ve dogmatik reaksiyoner tutumlar
gösterdikleri belirlenmiştir. Bu süreç içinde, tutucu kişilikler kendilerini
güvence altında duyumsayacakları toplumsal ve politik ve de psikolojik
alanlara kadar geri çekilirler ve bu gerileme (regresyon) sürecinde
yapmayacakları "fedakarlık" yoktur... Bu durumlarda -genel olarak-
toplumsal dengeyi düzenleyecek (uyarına gelirse karizmatik) bir otorite aranır;
ve uzak-yakın (evrensel ve bölgesel) olaylardan görüldüğü gibi, böylesi
otoriter düzenler ve otoriter kişiler her zaman ve her yerde bolca bulunur.
Burada ayrıca
liberal kapitalist dönemlerin tutucu kişilikleriyle, monopol kapitalizmin
ortaya çıkardığı yeni tutucu kişilikleri de birbirinden ayırmak gerekir. Özellikle
günümüzün postmodern döneminin "yeni tutucuları" ya da yeni elite
"tüm ideolojilere son" belgisi gibi demokratik görünümlü şaşkınlıklar
yaratarak, -liberal tutuculara- oranla çok daha vahşi-barbar, dogmatik,
otoriter, militarist ve kıyıcı bir Makyavelizm örneği oluşturmaktadırlar.
Burada,
yeni-tutuculuğun temel yaşam felsefesinin özünü oluşturan Makyavelizm’in kimi
önemli niteliklerini anımsamak yararlı olabilir.
Makyavelizmin
temel ilkesi "amaç, aracı meşrulaştırır"' (hatta kutsallaştırır)
tümcesiyle özetlenir. Amaca ulaşmayı son kerte rasyonelleştiren, şiddet ile
yönetimi ele geçirmeyi ya da her yola başvurup "köşeyi dönmeyi"
Öngören bu zihniyet-ideoloji, politik ya da psikolojik tavır, tüm norm
sistemlerini, moral anlayışlarını yeniden gözden geçirmeyi gerektirir.
Hiç kuşkusuz
Miccolo Machiavelli (1469-1527) çelişkili biçimlerde yorumlanmış, çok kez
söylemedikleri ve yazmadıkları bile kendisine mal edilmiştir Ama sonunda, gene
de kimsenin kolayına -özellikle de içinde yaşadığımız günlerde -vazgeçemediği
güncel bir politik tutumun kuramcısı olarak tarihe geçmiştir.
Machiavelii için,
patriot, demokrat, anti-krist, kuramcı, hümanist, moralist-ahlakçı,
polit-kriminal, teknograt, objektif-analitikçi ve hiç kuşkusuz dahi, şeytanın
avukatı, despotların akıl hocası vb. gibi pek çok şey söylenmiştir.
Machiavelii, 15. yüzyıl İtalyasının, toplumsal yapısını, insan malzemesini,
psikolojisini son kerte soğuk kanlı analize etmiş ve bulgularından gene son
kerte realist sonuçlar çıkarmıştır. Hiç olmazsa, Machiavelli zamanından beri,
politik düşünmeye çalışanların kafalarında ilginç etik-politika ilişkileri
ortaya çıkmıştır.
Bugün,
politik-psikoloji, Makyavelizm’in oldukça olumsuz yeni bir görüntüsünü
tartışmaya açmak istemektedir. Özellikle, yeni tutuculuğun içinde ve
"entellektüel teknolojinin" çatısı altında çalışan teknogratlar
bugün, tam da post-modern döneme uygun bir Makyavelizm örneği
sergilemektedirler. Burada, temel olarak hiçbir ideolojiye bağlanılmamasına
karşın, çıkara dayalı politik ilişkiler aracılığı ile her bir yöntem
uygulanarak maddi-politik güç sahibi olma ilkesi benimsenirken, insanlararası
ilişkilerde ise bir yandan yapmacık-sentetik, sempati, kibarlık gösterileri
yapılmakta, öte yandan, şaşırtıcı bir duygusuzluk ve bir tür moral- anastezi
içinde her türlü entrikayı meşrulaştıran bir tutum (tavır) ortaya konmaktadır.
Böylesi psişik
birikimlerden hareketle " Makyavelist kişilik" yapısı bile
öngörülmektedir. Profesyonel mesleklerde ve özellikle entellektüel teknolojide
çalışan "elite" arasında "polit-tekniker" olarak da
adlandırılan Makyavelist kişiliğin teorisi ve moral ilkesi yoktur... sözüne ve
duygularına güvenilmez... ne dine, ne bilime inanır... insancıl bir heyecanı,
duygusu, arzusu yoktur... tek amacı mümkün olduğu kadar maddi-politik güç
sahibi olmaktır.
Politik-psikolojik
araştırmalar, Makyavelist kişiliğin, politik uçların her yanında
bulunabileceğini;
Eysenck-Skalasına göre de, Makyavelist kişiliğin, tutucu konservatif,
dogmatik, radikal boyutlarda, otoriter ve anti-demokratik nitelikler içerme
eğiliminde olduğu belirlenmektedir.
Tüm bu belirleme
çabaları gene de yeni-tutuculuğa, antidemokratik ya da Makyavelist kişiliğe
homogen bir kişilik (karakter) görünümü vermeyebilir. Günümüzün bu yeni-tutucu
(otoriteryan) kişiliğinin, dogmatik, ethno-sentrik, katı, saldırgan ve batıl
inançlı olduğu söylenebilir. Ve bu kişilik, politik bir hareket değil, bir
toplumsal karakterdir ve en temel boyutu, antidemokratik niteliğidir.
Otoriteryan,
yeni-tutucu, dogmatik kişilik, hoş görüşsüzdür. Paranoid boyutlara varan bir
korku, güvensizlik ve toplumsal yalıtlanma korkusu içinde, dış dünyaya kapalı,
sistematik dü-şünceden-felsefeden yoksun olarak yaşamaktadır. Sistematik
düşünemediği için, bilimsel bilgisi değil, inançları gelişmekte ve politik
davranışlarını çok kez bu inançlarıyla belirlemeye çalışmaktadır. Gene de
inanmak / inanmamak arasında büyük korkular içinde yaşamaktadır.
Bunlar içinde
bulunduktan koşullara göre değişik kişilik/ karakter farklılıktan
gösterebilirler. Örneğin, yeni-tutucu, dogmatik karakter, Amerika Birleşik
Devletleri'nde, hoşgörüsüz, saldırgan, militarist yönlere doğru gelişme
eğilimleri gösterirken, aynı karakter, Batı Avrupa toplumlarında, daha çok,
ethno-sentrik, nasyonalist (ve hatta ırkçı) boyutlara doğru uzanma
eğilimindedir.
Bu tür
kişiliklerin / karakterlerin gelişme yönleri ve bu gelişmenin hızını, içinde
yaşanan toplumsal koşullar ve özellikle de giderek kronikleşen kriz ve
güvensizlik ortamları belirler.
Bu tür kişilikler
yoğun güvensizlik ortamlarında çok daha fazla saldırganlaşır ve
fanatikleşirler.
Güvenlik duygusu
(düşüncesi), insanın, kuşku içinde olmadığı, kendini tehlikesiz, ikircimsiz
duyumsadığı bir yaşam gereksinimi olarak tanımlanabilir; ya da, başka bir türlü
yaklaşımla, huzursuzluğun, kuşkunun, tehlikeli bir durum beklentisinin
olmadığı bir ortamı, birey, kendisi için güvenli veya güven verici bir durum /
ortam olarak belirleyebilir. Burada, toplumun, bireye, koruyucu-güven verici
görevini sürdürmesi, toplum-birey yaşamında belli bir sürekliliğin,
ekonomik-kültürel-tinsel harmoninin sağlanmış olması, ayrıca bireyin kendisini
diğer insanlar arasında da güvence içinde hissetmesi sözkonusudur. Birey ile
toplum, karşılıklı olarak birbirlerinden kuşku duymaya, birbirleri için açık ya
da potansiyel tehlike oluşturmaya (ya da böyle sanmaya) başladıklarında,
duyulagelen güvenin bir yanılsama, bir "yanlış" (ya da sözde) güven
duygusu olduğu düşünülmeye başlanır. Yanlış -ya da sözde- güven duyma durumunda,
birey ile toplum arasındaki bilgi ve duygu alışverişinde bir asimetri ve
birbirlerini dışlayan ve hatta birbirlerini yadsımaya varan bir durum ortaya
çıkabilir...
İnsanın toplumsal
yaşamının en temel beklentisi, doğal toplumsal olumsuzluklara karşı -görece-
korunduğu duygusu, ya da doğadan-toplumdan ve diğer insanlardan gelmesi olası
çıplak veya dolaylı bir tehdit olmadığı düşüncesi-beklentisi içinde
bulunmasıdır.
Güvenceli bir
yaşam konusunda, insanların genel olarak (ve zamansal yönden) üç boyutlu bir
düşünce biçiminde oldukları gözlenmiştir. Örneğin, insanların büyük bir
çoğunluğu, mit'lerin, masalların, ilk toplumların tarihlerinin de etkisi
altında kalarak, insanların eski zamanlarda (altın çağlarda) olağanüstü bir
güvenlik içinde ve bir tür cennette yaşadıkları sanısını taşırlar; buna karşın
şimdiki zamana dönük, güvensizlik düşüncesinde, hep bu yitik cennetin
sağladığı -eski- güvenliği yeniden kazanmak isteği; ve geleceğe yönelik
güvenlik düşüncesinde de, bu cenneti dünya üzerinde yeniden kurmaya çalışma
özlemleri-öngörüleri vardır... Hem din kitaplarının, hem de dünyevi
ideolojilerin savlarında hep bu "yitik cenneti" yeniden yaşayabilme
düşleri sözkonusu edilir.
Bir anlamda tüm
yaşamın ve politik çalışmaların temelinde güvenceli bir yaşam sağlama amacı
vardır. Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı ve özellikle, İtalya ve Fransız
Komünist Par
tilerinin 2. Dünya
Savaşı sonrası dönemlerindeki başarılarının nedenlerini irdeleyen bir
araştırmada, Marksizm’in (sosyalizmin) insanlara, anaerkil-ilktoplumlar
döneminin (altın çağın) dünyada yeniden oluşturulabileceğinin olabilirliğini
ve umudunu verdiği için, her türlü karşı teröre rağmen benimsenip-savunulduğu,
gözlenmiştir...
Güven duygusunu
oluşturma olanaklarının bittiği (ya da bunun böyle duyumsandığı) durumlarda,
büyük psişik krizler ortaya çıkmaktadır.
Bu koşullarda
insanın, hızla, mekan-zaman ve bizzat kendisiyle, soy ve özgeçmişiyle olan
ilişkileri, oryantasyonu bozulmakta latent ya da açık bir paranoya içine
girilmektedir... Gene bu paranoya, dışarıya çok değişik biçimlerde
yansıtılmakta ve bu özelleşmiş genel (ya da genelleşmiş özel) çılgınlık ve
/veya çok kez fantom (görünmez) "iç ve dış düşman" imajları
üzerinden boşaltılmaya çalışılmaktadır. Ne İslam, ne de Hıristiyan dünyasından
dostu kalmadığını, dünyanın kendisine düşman olduğunu düşünen, güvensizlik,
kimlik krizleri, yoğun korkular ve paranoid duygular içinde yaşayan Türkiye bu
durumun açık örneğidir.
Okuduklarımdan
anlayabildiklerimin kimi satır başlarını anımsatmaya çalıştığım
politik-psikoloji araştırmalarının asıl odak noktalarından birini, insanın
toplumsallaştırma süreci içindeki politizasyonu oluşturmaktadır.
Bu sürecin biraz
daha yakından gözlenmesi yararlı olabilir.
Kitabın alt
başlığı : Politik-Psikoloji Notları Papirüs Yayınları