Pica:Sapıttık Ya
Hannan!
Elit:Haklısın Ya
Mennan!
Denyo:..ittir
edin,devam edin!
Pica ve Elit
(birlikte): Tamam Ya Denyo!....
“EKLÜ ve TENNİC”.....Bıçkın
ve Orta Halli (İ.Y)
“Nerede yazı
varsa, orada bir gözetleyen, dolayısıyla şiddet vardır.” Cinnete tutulmuş
ülke... Yay, tokmak ve tabancayla öldürülen Alevi hallaç... Sünni geleneklere
göre yapılan tuhaf cenaze töreni... “Tüyler ürpertici cinayet”in izini süren
meraklı Ömer ve –katil olduğu söylenen– Edip arasında yaşanan med cezir... Bir
yüzü günlük, öbür yüzü roman (ya da hatıralar) olan defter, bir tür tutanaktır:
Cinnetin ve cinayetin tutanağı! “Pica ve Elit” bu tuhaf karmaşa içinde kendi
cinnetlerini yaşarlar... Ömer için cinnetin/cinayetin izini sürmek, kendini
bulmaya çalışmaktır. Bu meraklı yolculuk sırasında yazı göçebeleşir, dil kayar,
sonuç: eklü ve tennic! İbrahim Yıldırım, anlatının yeni olanaklarını kullanarak
alışılmadık bir yapı kuruyor. Bıçkın ve Orta Halli, bir tür polisiye: Kanlı,
meraklı, atak bir roman...
Editörün Eleştirisi
İbrahim
Yıldırım, “Kuşevi’nin Efendisi”(2000) ile başlayıp “Yaralı Kalmak”la(2002)
sürdürdüğü “Eylül’den Sonra” üçlemesini son romanı “Bıçkın ve Orta Halli” ile
tamamladı. Birbirinden bağımsız, ama birbirini tamamlar nitelikteki –toplamı
bin sayfayı aşan- bu üç roman, 12 Eylül darbesinin kişilerde ve toplumda
yarattığı tahribatı, travma yaşantısını, 80’lerin kültürel iklimini sergiliyor.
Bir hatırlatma yapmak istiyorum; “Eylül’den Sonra” üçlemesini Kemal Sayar’ın
“Kültür ve Ruh Sağlığı”(Metis yay.-2003) derlemesiyle birlikte okuyanlar,
Yıldırım’ın şiddete maruz kalmış roman kahramanlarının ruh hallerine daha
derinlemesine nüfuz edebilirler...
“Bıçkın ve Orta Halli”de de -ilk iki romanında
olduğu gibi- yine iç içe geçmiş anlatıcılar var; ilkinde Asaf Cemil’in
romanının ardına düşen Yusuf Bünyamin ağzından aktarılıyordu hikaye, “Yaralı
Kalmak”ın anlatıcısı, bir arkadaşının notlarını derleyen İbrahim Yıldırım’dı.
Bu kez, bir vaka takdimi yapmak isteyen psikiyatr dostu için, kapatıldığı
klinikte Edip Sönmez’le ilgili anılarını yazmaya çalışan –o psikiyatrin
hastası- Ömer’in defterlerini çözmeye çalışan bir yazar aracılığıyla
öğreniyoruz olup biteni. İbrahim Yıldırım, bir gölge yazar olarak kalmaya devam
ediyor...
Bir yandan
70’lerin ikinci yarısında çalıştığı bankanın sendika temsilciliğini yaptığı
için darbeden sonra tutuklanıp 12 Eylül “adaletinin” zulmüne uğrayan Edip
Sönmez’in, diğer yandan Edip’le aynı bankada çalışmış, 12 Eylül sonrasında
medyaya geçmiş ve 1985’de Edip’in işlediği iddia edilen bir cinayetin ardına
düşmüş Ömer’in trajik hayatlarına odaklanan ve pek çok yan hikayecikle
zenginleşen dört yüz yetmiş sayfalık “Bıçkın ve Orta Halli”yi, kısa bir dergi
yazısında özetlemek kolay değil. Bu nedenle -yazı özelinde- romanın gerek
tematik gerekse de biçimsel özelliklerinin öne çıkan yanları üzerinde durmakla
yetineceğim.
Cinayet , Ülke Cinnet
İbrahim
Yıldırım’ın romanlarında aynı dönemin şiddetine maruz kalmış travmalı kişilerin
yaşam öyküleri anlatılıyor. “Dehşetin ve imhanın yaşandığı, ancak kendiliğini
yitirenlerin sağ kalabileceği, yer olmaktan çıkmış yerlere dönmeyi gerektiren
yaşamöyküleri” bunlar. “Kuşevi’nin Efendisi”nin devrimci aydını Asaf Cemil,
hapishaneden sünepe bir kişiliğe bürünerek çıkmıştı... “Yaralı Kalmak”ın
kahramanı Müşfik Naci Adatepe, hatırlamak istemediği karanlık bir dönem
geçirmiş, 1981’de üç yıllığına uzun beyaz bir koridorda “kaybolmuş”, 1984’de
bulunmuş ama yaralarını saramamıştı bir türlü... “Bıçkın ve Orta Halli”nin
1980’lerde 32 yaşını süren, Jim Morrison’a ve Jimi Hendrix’e tutkuyla bağlı,
politik görüşlerinden asla ödün vermeyen –Ömer’in ifadesiyle- “göz alıcı
renklere bürünmüş” boyalı kuşu Edip Sönmez ise, kanatları kırılarak geçecektir
aynı süreci.
İbrahim
Yıldırım’ın roman kişileri zamanın akışını izleyemeyen, belleklerinin içinde
hapis olmuş, sonsuz bir çemberde takılıp kalmış insanlar; anlaşılamayacak,
paylaşamayacak olmalarının korkusuyla, dışarıdaki yaşanması imkansız görünen
hayata bağlanmaktan vazgeçiyorlar. Vazgeçiyorlar çünkü - “Kültür ve Ruh
Sağlığı” derlemesinde yer alan “Psikanaliz ve Antropolojinin Kesişme
Noktasında” makalesinde Katherine P.Ewing’in belirttiği gibi- savaşta ya da
terör olaylarında karşılaşılan aşırı şiddet kişisel kimliği parçalayan ve
ilişkileri sürdürme yeteneğini büyük ölçüde yıpratan travmalara yol açabiliyor;
şiddet anı ve sonrası sessizlikle kuşatılırken anlamlandırma sistemi de
çöküyor. Aynı kitaptaki “Zamanın Dokusu” makalesinin yazarı Laurence Kirmayer’e
göre ise, bu türden bir şiddetin sonrasında sağ kalan için gelecek nasıl
imkansız görünüyorsa, geçmişe dönmek de öylesine imkansız görünecektir.
Hatırlama çabası ne kadar ısrarlı olursa olsun, olumlu geçmiş daima kendi
yıkımına ve yitirilmesine yol açan koşulları çağrıştıracaktır.... Yani yaşanan
olay sadece geçmişi geriye doğru etkilemekle kalmayacak, önceki ve sonraki
bütün olaylara bulaşarak travma sonrası iyileşme yeteneğini sınırlandıracaktır.
Bu durumda, tıpkı “Eylül’den Sonra” üçlemesinin kahramanlarında olduğu gibi,
“yaşananların yarattığı imge silinemeyecek, soğurulamayacak ve felç edici
etkisini sürdürerek sağ kalanın düşüncelerini işgal edecektir hep”.
Bütün bu analizlerdeki olumsuz tespitlere
rağmen, farklı bir kültürel iklimde travmalı insanlar için bir umut
yeşerebilirdi belki de. Ne var ki, roman kahramanları “özgürlüklerine”
kavuştuklarında şiddetin toplumun her katına sızdığı 80’lerin Türkiyesine
açacaklardır gözlerini. Ömer’in ifadesiyle; “Tuhaf bir dönemdi: gazetelerin
öngördüğü kaba şiddet estetiği ile toplumca besleniyor, yeni bir dönüşüm
yaşıyorduk.... Yeni şiddet besinimiz çok daha iyi pişiriliyor, çok daha güzel
süsleniyordu, dolayısıyla çok daha lezzetli ve çekiciydi... Öte yandan,
basmakalıp düşünceler, birörnek davranışlar kitleselleşiyor, yeni bir yaşam
üslubu dayatılıyordu; giderek adsız bireylere, bir sayıya, bir şeye
dönüşüyorduk”.
İşte böyle bir
ortamda, 80’den önce hayat hikayesini romanlaştırmaya çalıştığı Edip’le
80’lerin ikinci yarısında yeniden karşılaşır Ömer. Ve yeniden, işlediği iddia
edilen cinayetin ardından akli dengesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle bir
kliniğe kapatılan ve hiç kimseyle konuşmayan Edip’in hikayesinin ardına düşer.
Bir yandan da cinayetin ardındaki sırları aydınlatmaya çalışacak, bir süre
sonra o da aynı kliniğe kapatılıp, odasından tamamlayacaktır Edip’in ve
kendisinin hikayesini....
Anlatım Özellikleri
Bütünüyle siyasi
bir mesele etrafında dönmesine rağmen, ne “Bıçkın ve Orta Halli”de ne de
diğerlerinde edebi söylemin dışına taşıyor Yıldırım. Ancak yarattığı bunaltıcı,
karanlık ve tedirgin edici atmosferle, toplumun yaşadığı kabusu açık bir
biçimde hissettirmeyi başarıyor ve böylelikle metinlerindeki toplumsal eleştiri
daha da keskinleşiyor.
“Eylül’den
Sonra” üçlemesini tamamlayan romanlar hikayelerinin yarattığı ürperti kadar
hikayelerinin anlatım tarzıyla da dikkat çekiyorlar. İbrahim Yıldırım,
kullandığı imgesel dili, sözcük ve cümle yapıları, kavramlara yaptığı vurguları
ile roman kahramanlarını duygusal iniş çıkışlarına, isyanlarına, öfkelerine,
tutku ve sevinçlerine eşlik ettiriyor okuyucusunu. Kahramanlarının patolojik
ruh halleri üzerinden zengin bir metafor ve imgelem dünyasına giriyoruz.
Doğrusal bir zaman akışı izlemeyen hikayelerde dönemler arasındaki geçişler,
anımsamalar yoluyla geçmişle kurulan bağlar, ileride karşılaşılacak kimi
olaylara ilişkin serpiştirilen ipuçları, kişilerin duygusal ve düşünsel
değişimlerinin tasviri, kısacası kurgunun tamamı hiç aksamıyor. Barındırdığı
cinayet hikayesiyle, özellikle “Bıçkın ve Orta Halli”nin kurgusu baş döndürücü.
İlk iki romanı
okuyanlar, İbrahim Yıldırım’ın anlatısının kimi yerinde zarf fiiller kullanmayı
sevdiğini ve metnine onlarla hareket kazandırdığını fark etmişlerdir. Yazar, “Kuşevi’nin
Efendisi”nde “Geriundum”lardan, “bu ıp’lı, tıp’lı zarf fiillerinden” uzun uzun
söz etmiş ve kahramanı Asaf Cemil, “geriundum”ların Osmanlı yazısındaki
işlevleriyle uğraşmış, Osmanlı’nın her konuda, her alanda; ritmik, hareket
halinde, hatta koşan metinler yazdığını kanıtlamaya çalışmış, mehter
adımlarıyla Osmanlı yazısını ilişkilendirmiş, kendi yazısına da kös, zil,
nakkare, nefir sesleri, at kişnemeleri, kılıç şakırtıları da karıştırmıştı.
“Genç Asaf Cemil’e göre, bütün padişah fermanları yüksek sesle okunmak için
yazılmıştır, dolayısıyla okuma eylemiyle -yani görme duygusuyla- değil, dinleme
durumuyla yani işitme duygusuyla- ilişkilendirilmelidir... İşitme için, kişinin
bir çaba harcaması gerekmemektedir; oysa tebaa pasiftir... Ote yandan, okuma,
yani görmenin eyleme dönüşmüş durumu - kişiden çaba istemektedir... Fermanlar
okunur, tebaa da bildirilen buyruklara uyar.. Gerundiumlar, yani zarf filleri, (yeni
türkçe adıyla ulaçlar) buyruk bildirmek için bulunmaz bir araçtır.” Ve “lütfen,
gerundiumların üzerinizde yarattığı duyguyu iyi tanımlamaya çalışın: nefret,
sevinç, hırçınlık, acı, kızgınlık, huzursuzluk; onlar hakkında ne tür bir duygu
içinde olursanız olun”... Yıldırım’ın gözümüz kadar kulağımıza da seslenmek
istediği, kişilerin hareketini dolaysızca yansıtmaya çalıştığı bu ifade tarzını
bir alıntıyla örneklemek istiyorum;
“Yaktığı şenlik
ateşi değildi; yok edici, ama aynı zamanda büyüleyici bir karmaşaydı. Bu
kargaşa sırasında, dekontlar, mahsup-matlup fişleri, çekler, senetler avada
uçuşur; daktilo makineleri, facit’ler yer değiştirir; datörler, alemler,
kaşeler... bankanın içinde ne varsa başka
anlamlar/
edinip
dağılıp
parçalanıp
dört bir yana
kaçışıp
ardından
derlenip
toparlanıp/ kör
bir mağaraya benzeyen banka şubesinin ışıksız derinliğini aydınlatırlardı...”
İbrahim
Yıldırım, belli ki kahramanlarının yaşadıkları deneyimleri paylaşmış bir yazar.
Kendisi doğrudan görünmemekle birlikte, dikkatli bir göz hayat hikayesinden
roman içine serpiştirilmiş bölümleri -mesela kahramanı Ömer gibi İbrahim
Yıldırım’ın da 80 yılında Abdi İpekçi Roman Yarışmasında övgüye değer
bulunduğunu- hemen fark edecektir. Elbette birebir ilişkilendirmek doğru değil.
Zaten Yıldırım’ın serpiştirdiği bu ipuçları metni aydınlatmaktan çok
okuyucuları avlamayı hedefliyorlar. Ancak yaşadıklarını kağıda dökerken
kahramanlarıyla aynı ruh halini paylaştığını düşünüyorum. Çünkü hepimizin tanık
olduğu bu şiddetten sonra ayakta kalabilmenin belki de yegane yolu, kişinin
deneyimini söze dökmesi, travma yaşantısını öykülendirmesidir. Bireyin parçalı
ya da sürekli parçalanan deneyimlerden bir öykü oluşturma becerisi olaylara bir
tutarlılık, düzen ve olumlu anlam duygusu katar. Öykülendirme süreci belleğe ve
kimliğe yeni bir şekil vererek şimdiki kimliğin geçmişteki bir travmayı güvenle
kendi kapsamına alması olarak da görülebilir.
“Eylül’den
Sonra” üçlemesini “Bıçkın ve Orta Halli” romanıyla mükemmel bir finalle noktalayan
İbrahim Yıldırım, hem bir şiddet dönemini yargılıyor, hem de bizlerin o şiddeti
yaşayanlara duygudaşlık etmemizi sağlayarak “aklın canavarlar üreten uykusuna
karşı bir tür terapi” oluşturuyor.
A. Ömer Türkeş