01 Haziran 2016 ,
Hâlâ umut var tabii. Yalnız sistem dahilinde, sermaye düzeni dahilinde hiçbir sorunu çözemezsin. Kapitalizmden çıkmadan sorun çözmek mümkün değil. Ama ne yapacaksın; mülksüzleştirenleri mülksüzleştireceksin. Üretim ve yaşam araçlarını hırsızların elinden alıp gerçek sahiplerine iade edeceksin. Müşterekler alanına taşıyacak, sosyalleştireceksin. O zaman tabii her şey değişmiş olur.
Fikret Başkaya’nın “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto” adlı kitabı Mayıs 2016 itibariyle Yordam Yayın etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kitabın tanıtım yazısında “Gündelik hayata dokunan, içinde yaşadığımız sistemle birlikte kişisel tercihlerimizi sorgulamamıza yardımcı olan, üretimden tüketime, bireyden topluma, doğadan teknolojiye geniş bir çerçeveyi tartışma olanağı sunan” ifadeleriyle tanımlanan manifesto hakkında yazarımız Nalan Temeltaş, Fikret Başkaya ile bir görüşme gerçekleştirdi. İyi okumalar… – Sendika.Org
fikret_baskaya_1
Uygarlık manifestosu hangi ihtiyaçtan doğdu? Niçin bu kitabı yazma gereği hissettiniz?
İnsanlar bu yaşananları, olup bitenleri şeylerin normal hali olarak görme eğiliminde. Nasıl bir zemin üzerinde, hangi rotada durduğu, nereye ilerlediği konusunda, fazla kafa yorulmuyor. Mevcut durum nedir? Nasıl bir durumla karşı karşıyayız? Neyin içindeyiz? Bu aracın nereye gittiğini ortaya koymak gerekiyor. Burjuva uygarlığı gününü doldurmuştur. Artık büyük insanlığa teklif edeceği bir şey kalmamıştır. Eğer bir kritik kavşağa gelinmişse ve artık sürdürülemez bir durumla karşı karşıya kalınmışsa o zaman şapkayı öne koyup düşünme vaktidir. O zamanda tabii aracın direksiyonunu sola çevirmenin gereğini yapacaksın. Ve yoluna devam edeceksin. Kitapta bu sürdürülemezlik tablosunu anlatıyorum. Buradan nasıl çıkılabilir sorusunu tartışıyorum. Zaten manifesto bir iddia, bir perspektiftir. Aynı zamanda birlikte düşünme çağrısı. Çünkü kapitalizm kültürü çürüttü. Nirengi noktasını yok etti, her türlü değer ölçüsünü yok etti. Tablo vahim. İşin vehametini dikkat çekerek olabildiğince anlatmaya çalışmak istedim.
Neoliberal küreselleşme politikaları ile “bir ideal ve perspektif zaafının söz konusu olduğunu, sosyal mücadelelerin ‘ruhsuz’ kaldığını, tüm bu zaman zarfında ‘savunma’nın ötesine geçemediğini, yüzyılın tüm demokratik ve sosyal kazanımlarının aşıldığını” anlatıyorsunuz kitabınızda. Despot rejimlerce her alanda, teknolojik alanda dahil köşeye sıkıştırılmış öznelerden demokratik yurttaşlık ve yaratıcı ütopyanın yol gösterdiği mücadeleler nasıl çıkacak?
Geride kalan 30-35 yıl neoliberalizmin egemen olduğu bir dönem. Burada bir edebi kelam yapılıyor. Aslında neokolonyalizm bu, istersen emperyalizm de diyebilirsin. Bu dönem ezilen sınıfların, başta işçi sınıfı olmak üzere, geride kalan 100-150 yıllık kazanımlarını birbir düşürdüler. Onları bulundukları mevzilerin gerisine püskürttü sistem. En fazla savunma aşamasında mücadeleye hapsetti.
Bunun iki nedeni vardı. Birincisi klasik anlamda sosyal mücadelelerin en önemli aktörü olan işçi sınıfının mücadele zemini kaydı. Eskiden mücadele ulusal düzeyde yapılıyordu. Fakat sınırlar açılıp, sermaye dünyanın her yerine istediği gibi gidebildiği durumda, her ülkedeki işçi sınıfı diğer ülkedeki işçi sınıfının rakibi haline geldi. O zaman diyelim ki Almanya’da işçiler bir patrondan talepte bulunuyor, diyelim ki ücret artışı, çalışma şartlarıyla ilgili olsun. Adam bunları kabul edemeyeceğini söylüyor. Benim şartlarım budur diyor ve Tunus’a Filipinler’e giderim işçi getiririm. Yani bu o kesimdeki mücadeleyi zayıflattı.
İkincisi ise 1979 da Reagan ve Thatcher, biri İngiltere’de biri Amerika’da neoliberalizmi dayattı, on yıl sonra Sovyet sistemi de çökünce ütopya zaafı iyice belirgin hale geldi. Fakat kapitalizmin saldırısı o kadar kapsamlı, o kadar yıkıcı ki insanlar bulundukları noktadan, yaşamı savunmak, zorunda kaldılar. Bu nedenle beklenmedik sosyal hareketler türedi ve çeşitlendi. Fakat bu sosyal hareketler bugünkü aşamada, ortak bir paradigmaya, perspektife sahip olamadıkları için, başarılı işler yapsalar da neticede hâlâ savunma aşamasının ötesine geçebilmiş değiller. Bunların bir perspektife endekslenmesi gerek.
Yaratıcı ütopya iki şekilde ortaya çıkar. Birincisi pratik eleştirinin ikincisi teorik eleştirinin kendini geliştirmesi yenilemesi ve güçlenmesi ile. Bunların birbirini karşılıklı beslemesi gerekir. Elbette daha çok eylemden teoriye doğru. Aralarında diyalektik bir ilişki var. O zaman yapılacak iş çok basit: Mücadeleleri büyüteceksin, topluma, insanlara perspektif sunabilecek duruma geleceksin. Bu ikisi arasında teorik eleştiri eleştirel düşünce hayati öneme sahip. Mücadele tarzlarını değiştirmek. Düşünce tarzını da değiştirmek. Önemli bunlar. Bir çıkış yolu bulmak mümkün. Biz irade sahibi isek bu gayet mümkün. Bir rota belirleyecek, kararlılık ve inançla ilerleyeceksin.
Kitapta da yer alan ihtiyaçlar hiyerarşisi ve gerçek ihtiyaçlar derken işaret etmek istediklerinizden bahsedebilir misiniz?
Normalde bir şey üretmenin nedeni bir ihtiyacı karşılamak değil mi? Yani ilişkinin yönü ihtiyaçtan üretime olması gerek. Fakat kapitalizm bunu ters yüz ederek ilişkiyi üretimden ihtiyaca doğru yönlendiriyor. Ayrıca kullanım değeri değil de değişim değeri yaratması lazım. Kullanım değerinden kâr edemez çünkü. Bir de gelir dağılımı sürekli mülk sahibi lehine bozulduğu için büyük çoğunluk üretileni satın alamaz hale geliyor. O zaman parası olana doğru kayıyor üretim. Talep neredeyse oraya doğru. O zaman işte doğrudan insan ihtiyacı olmayan bir dolu saçma lüks üretim yapılıyor. Silah da. Milyonlarca insanın içme suyu sorununu çözemiyorsun çünkü suyu kirletmişsin, önce içilmez hale getiriyor sonra temiz su satacaksın ki kar edesin.
Ne olacak peki? Hiyerarşi bozulmuş. Mesela insanlar temiz su ve gıda olmadan yaşayamaz ama pek çok şey olmadan yüzyıllarca yaşadılar. O halde namütenai şey insan refahıyla o kadar da ilgili değil. Kitapta bahsettim normalde temel ihtiyaçların tatmini gerek. Beslenme barınma giyinme. Sonra iletişim, kendilerini entelektüel olarak estetik olarak geliştirmek filan ama durum böyle işlemiyor. Adam tank üretiyor, nükleer silah üretiyor, füze üretiyor; çok ihtiyaçmış gibi. İnsan yaşamının bütün veçhelerini metalaştırmış durumda. İnsanın vücudunun her yerinden kâr ediyor. Derisinden, gözünden, burnundan, ağzından. Kulağından, nefes alışından para kazanıyor.
İşte bu ihtiyaçlar hiyerarşisinin bozulmasının, ters yüz olmasının sebebi. Sistemin mantığının, işleyişinin, genel eğilim ve dinamiklerinin bir sonucu. Dolayısıyla bu sistem var oldukça bunları çözemezsin. Çünkü her defasında gelir dağlımı daha da bozulacak.
Sana bir örnek vereyim. Geçen sene yapılan bir haberde, yalnızca 10 tane CEO’nun geliri 10 milyar dolar. Bunlar şirketlerde yönetici. Bu adamlar o parayı ne yapacak. Gidip 300 metre yat alacak elbette, Mars’a seyahat parası yapacak. Öteki tarafta da 2,5- 3 milyar insan ise günde iki dolardan az gelirle yaşayacak. Sistemin her ileri aşamasında kutuplaştırıcı özellik derinleşmek zorunda çünkü. Bunları dikkate almazsan okuttuğun mavala üniversitede iktisat filan dersin. Tamamen ideolojik. Bilim diyorlar, biri okutuyor biri öğreniyor. Aslında yaptıkları: Sistemi meşrulaştırıyor ve kabul ettiriyorlar.
Yıllar önce Şerif Mardin “komplo teorisinin bir devlet felsefesi haline gelmesi”nden bahseder. Şizofren politikaların gözle görülür düzeyde arttığı bir ortamda, ölümü kanıksamış, ahlaki çöküş yaşamayan, giderek çaresizleşen toplumda, kitabınızda da tartıştığınız “yabancılaşma”nın panzehirlerinden, tedavi yöntemlerinden bahsedebilir misiniz?
Şu son zamanlarda yaşadıklarımız yabancılaşmadan da öte bir durum. Biliyorsun iki veçhesi var yabancılaşmanın. Biri üretim araçlarına yabancılaşma. Biri de meta fetişizminden kaynaklı. Bu durum nereden kaynaklanıyor? Metalaşma şeyleşmenin zıvanadan çıktığı anlamına geliyor. Değer ölçüsünün, nirengi noktasının yok olduğu, etik bir zaafın egemen olduğu bir dünyada, insanlar başkasının acısını paylaşmak, başkasının sorunuyla ilgilenmek istemezler. Haksız bir durum karşısında insani bir tavır koymak tercih edilmez. Kapitalizm insanları bir nesne haline getirdi çünkü.
İleri teknolojinin barındırdığı olanaklar ve handikaplar neler?
Bugünkü dünyada sürekli teknoloji gelişiyor. Harikalar yaratıyorlar. Durmadan inovasyondan bahsediyorlar. Normal olarak her teknolojik ilerlemeden sonra insanların daha rahat yaşamaları, yaşam şartlarının daha kolaylaşması iyileşmesi gerekmez mi? Ancak böyle sonuçlanmıyor. Neden? Çünkü o teknolojiyi üretip tatbik edenler, insanlar daha rahat ve huzurlu olsunlar diye yapmıyorlar. Daha çok kâr elde etmek, sermayesini büyütmek için üretiyor. O zaman da bir taraftan teknolojik gelişme ilerliyor, bir yandan da sorunlar büyüyor.
Mesela kitapta verdiğim örneklerden biri otomobiller. Toplu taşım aracı olarak otomobilin kullanılması çok saçma. Üretmek için bir çok kaynak kullanıyorsun. Şu kadar su, şu kadar metal, şu kadar enerji. Sonuçta en fazla iki kişi taşıyorsun. Aynı zamanda iklim krizini de tetikleyen bir şey. Bazı verilere göre dünyadaki atmosfer ısınmasında benzinle mazotla çalışan araçların payı %25 olduğu tahmin ediliyor. Bu muazzam bir oran. Mesele teknolojiye karşı olmak değil sadece teknolojinin bir din mertebesine yükseltilmesine karşı olmak mesele. Bu haliyle de hiçbir sorunu çözemeyecek teknolojik ilerleme.
Amaç sosyal ilerleme olmalı. Eğer ürettiğin yeni modern teknoloji sosyal ilerlemeyi güçlendiriyorsa bir anlamı var. Ama öyle değil. Bu koşullarda teknoloji bir yıkım aracına dönüşüyor. Yok etme aracına dönüşüyor. Dolayısıyla teknolojinin bir fetiş haline getirilmesine itiraz etmek gerek. Asla teknolojiye karşı olmak değil. Uygarlığa karşı olursun o zaman. Kapitalizmin mantığıyla uyumlu teknolojinin, insanlığa yararlı olmayacağı açık. Kârı arttırma, büyüme, ilerlemesi ile insanların rahat huzurlu yaşaması arasında bir çelişki ortaya çıkar özetle. Teknolojiyi tapılacak din haline getirmiş insanlığın sonuçlarını görüyorsun işte. Doğru değil. Kitapta örnek verdim. Buharlı makineler İngiltere’ye sokulduğunda yüzbinlerce insan işsiz kalıyor, krala dilekçeler yazılıyor. Bu makineler zararlı diye, ama kimse dikkate almıyor dilekçeleri. Neticede burjuvazi geri adım atmıyor. Makineleri kırıyorlar.
Şu anda kaliteli bilim insanları, silah üretme sektöründe, savaş sektöründe. İnsanlar daha iyi nasıl öldürülebilir, doğa nasıl daha hızla yok edilebilir diye çalışıyorlar. Böyle bir teknoloji olabilir mi?
Tohumdan topluma neoliberal politikalar ile teslim alınmışken hala “umut” var mı hocam?
Gayet tabii var. Yalnız sistem dahilinde, sermaye düzeni dahilinde hiçbir sorunu çözemezsin. Kapitalizmden çıkmadan sorun çözmek mümkün değil. Ama ne yapacaksın; mülksüzleştirenleri mülksüzleştireceksin. Üretim ve yaşam araçlarını hırsızların elinden alıp gerçek sahiplerine iade edeceksin. Müşterekler alanına taşıyacak, sosyalleştireceksin. O zaman tabii her şey değişmiş olur. Aksi halde senin yediğinden, içtiğinden, tohumundan her şeyden kâr ediyor . Sıra havaya da geldi. Şu anda Avusturalya’da şirketler, Çin’e temiz hava satıyor. Dağ havası satıyor. Hatta Çin’de de, bir yerdeki köylüler, dağ köylüleri de hava pazarlamaya başlamışlar. Ben eskiden “yalnızca havadan vergi almıyorlar” diyordum. Şimdi geri adım atıyorum. Artık bu da bitti.
Havayı kirletiyor suyu kirletiyor. Toprağı kirletmek çok daha tehlikeli. Geri dönüşü uzun zaman aldığı için. Ama mevcut durumu koruyarak, zaman kazanmak mümkün. İş işten geçmiş değil. Bugünkü yoğun tarımı durdurup, doğal olan normal tarıma döndürülmesi. Doğa talanı püskürtülebilir, durum geriye çevrilebilir, ötesine geçilebilir. Doğadan şu an itibariyle çekilen kendini yenilemesinin bir buçuk katı. Yani her yıl %50 doğaya borçlanıyorsun. Daha geç olmadan duruma müdahale edilirse doğa tolere edebilir. Mesela hastalıkların % 70-80 i yediğin içtiğinden kaynaklanıyor. Şimdi hangi uygarlık başarısından söz edebilirsin ki? Oradan da kâr ediyor. Hasta ederek kâr ediyor hastayı tedavi ederek de kâr ediyor. Tıp malzemeleri üretiyor. Kapitalizm insanlığın normal hali değil. O halde normal haline döndürmek lazım. Bu tip sorunlar kendiliğinden en azından belirli bir zaman diliminde normalleşmeye başlar ve riskler bertaraf edilebilir esasında.