"Nietzsche'nin Marx'ın Bonnot Çetesi ve Derrida'nın Deleuze'ün, Baudrillard'ın ve daha bir çoğunun adını zikretmekten bilinçli olarak kaçındığı (Nietzsche), ismini duyunca sinirlendiği (Marx), hayaletlerinin peşine düştüğü (Derrida) övdüğü ve yerdiği...ideolojistlerin nefret etmeyi sevdiği anarşist: Max Stirner"
İnsan
günümüzün Tanrısıdır ve İnsan korkusu eski Tanrı korkusunun yerini
almıştır. İNSAN dini hıristiyan dininin en son aldığı
biçimdir. Feurbach, kutsal olanı insani hale getirirse hakikati bulacağına
inanır. Hayır, eğer
Tanrı bize acı veriyorsa, 'İnsan' bize ıstırap vererek daha fazla işkence
etme kapasitesine sahiptir. Hakikate inandığınız sürece kendinize
inanmıyorsunuz ve siz bir uşak, bir mutaassıp insansınız. Ruh olan Tanrıya
Feurbach 'Özümüz' adını verir. 'Özümüz'ün bizimle karşıt hale gelmesine -özsel
ve özsel olmayan kendilik halinde ikiye bölünmemize- tahammül edebilir
miyiz? Bununla kendimizi, kendimizin dışına sürgün edilmiş halde görmenin
hazin sefaletine geri dönmez miyiz? Öze dayanan ilişki gerçek bir şeyle
değil hayaletle kurulan bir ilişkidir. Devletin çekirdeği basitçe
'İnsan'dır, bu gerçekdışılık ve onun kendisi yalnızca bir 'insan toplumu'dur.
Öyleyse
Devlet, benim bir insan olmamı talep ederek bana olan düşmanlığı ele verir...
beni, İnsan olmayı bir görevolarak kabul
etmeye zorlar.
Devlet, benim
kendi değerime ulaşmama izin vermez ve yalnızca benim değersizliğim yoluyla
varlığını sürdürür.
Bireyin
kendiliğine -ya da benliğine- devlet sahip olur, artık ona toplum
sahiptir. Bu toplum hiçbir şekilde benlik değildir, ... bu topluma hiçbir
fedakârlık borcumuz yoktur, fakat, eğer
bir şey feda edeceksek kendimize feda edelim, -sosyalistler bu konuda hiç
düşünmezler -çünkü onlar, tıpkı liberaller gibi, kendi dini ilkelerine
mahkumdurlar ve şevkle kutsal bir toplumun, mesela şimdiye kadarki Devlet'in
peşinden giderler. "Halk" iktidar tarafından yaratılmış bir bütünlüktür
-hiçbir benliği yoktur. Devletin her zaman sahip olduğu tek amacı bireyi
sınırlamak, evcilleştirmek ve tabi kılmaktır -o ya da bu genel ilkenin
kulu haline getirmektir.
Devlet denilen
şey, bir arada yer alanların kendilerini birbirlerine uydurduğu ya da kısaca,
karşılıklı olarak birbirine bağlı oldukları, bir güven ve bağlılık dokusu
ve şebekesidir; bir hep birlikte ait oluş, hep birlikte
tutunmadır. Kilisenin ölümcül günahları varsa, Devletin sermaye suçları
vardır; birinin sapkınları varsa diğerinin
de hainleri
vardır, birikiliseye dair cezalar veriyorsa diğeri yasaya dair cezalar
verir; biri engizisyon süreciyse diğeri maliye sürecidir, kısaca orada
günahlar, burada suçlar, orada engizisyon ve burada da
engizisyon. Mevcut Devlete karşı ayaklanmak ya da mevcut yasaları devirmek
için çok az tereddüt kaldı, ama Devlet fikrine karşı günah işlemeye, yasa
fikrine itaat etmemeye kimin cesareti var? -onun her zaman kendine ait bir
mantığı vardır ve kısa süre sonra halkın iradesine karşı dönecektir.
Yok edilmesi
gereken "yönetim ilkesi"dir, bize hükmeden şey devlet
fikridir. ...savaş, belirli bir Devlet'e karşı ya da Devletin zaman
içindeki sırf belirli bir durumuna karşı değil durumun kendisine,Devlet'e
karşı ilan edilmeli; insanın amacı bir başka Devlet (örneğin "halk
Devlet'i") değildir.
Bu andan
itibaren Devlet, Kilise, halk, toplum ve benzeri sona ererler, çünkü var
olduklarına şükretmek zorundalar ve ancak benim kendime saygısızlığımla bu
eksik değerlendirmenin ortadan yok oluşuyla onlar da bizzat ortadan
kalkarlar. Devlet, efendilik ve kölelik (tabi olma) olmaksızın
düşünülemez; çünkü Devlet bütün bağrına bastıklarının efendisi olma
iradesi göstermelidir ve bu irade 'Devlet İradesi' olarak adlandırılır'...
Kendi
iradesine
sahip olmak için başkalarındaki irade yokluğuna dayanması gereken, bu
başkaları tarafından yapılmış bir şeydir, aynı bir efendinin hizmetkâr
tarafından yapılması gibi. Eğer
itaatkârlık sona erseydi, bu tamamen efendiliğin de hepten sonu
olurdu. Devlet kendisini, arzulayan İnsanı evcilleşmeye zorlar; diğer bir
deyişle, devlet onun arzusunu bir tek kendisine yönlendirmeye ve bu arzuyu
kendi sunduğu içerikle doldurmaya çalışır.
'Herkes'
dediğiniz bu kişi kimdir? O 'toplum'dur! -Ama öyleyse o cismani değil mi? Biz,
onun bedeniyiz!- Ya siz? Neden siz kendiniz bir beden değilsiniz?...
Bundan dolayı birleşik toplum gerçekten onun hizmetinde olan bedenlere
sahip olabilir, fakat kendisine ait bir bedene sahip değildir. Toplum bir kutsal
kavramına dayanır ve bu yüzden bireyler arasındaki zoraki bir münasebettir.
Öte yandan birlik ise ona girmek isteyen bireylerin arzusundan başka bir
şeye dayanmaz: bu, her türden öz fikrini çözündüren, yalnızca amaca uygun
ve faydalı bir ilişkidir.
Ben, kendimi
varsayarken bir varsayımdan başlarım; fakat varsayımım 'kendi kusursuzluğu
için mücadele eden
İnsan' gibi kendi kusursuzluğu için mücadele etmez, fakat yalnızca onun
keyfini çıkarmama ve onu tüketmeme hizmet eder... Ben kendimi önceden
varsaymam, çünkü her an kendimi öne sürüyor ya da yaratıyorum. hiçbir
kavram beni ifade etmez, benim özüm olarak belirtilen hiçbir şey beni
bitiremez.
Özgürlük ile
kendi-olmak arasında ne kadar büyük bir fark var!.. 'Özgürlük yalnızca rüyalar
aleminde yaşar!' Buna karşın, kendi-olmak benim tüm varlığım ve varoluşumdur,
o benimdir. Kurtulduğum şeyden özgürüm, kontrol etme gücüm olan şeye
sahibim... Özgür olmak gerçekten isteyemeyeceğim bir şey, çünkü onu
yapamam, onu yaratamam: onu ancak dileyebilir ve ona talip olabilirim,
zira o bir ideal olarak, bir hayalet olarak kalır. yalnızca kişinin
kendisi için aldığı özgürlük, yani egoistin özgürlüğü, pupa yelken
gider. Özgür bırakılan insan, serbest kalmış bir insandan, bir
libertinus'tan, beraberinde zincir taşıyan bir köpekten başka bir şey
değildir: o, tıpkı aslan postuna bürünmüş eşek gibi, özgürlük giysisi
içindeki özgür olmayan bir insandır.
Max Stirner
Saul
Newman'in, Bakunin'den Lacan'a adlı kitabının Stirner ile ilgili bölümünde, S.
Byington'un, The
Ego and Its Own
(Londra: Rebel Press, 1993) çevirisinden yapılmış alıntıların derlenmesidir.