Fehim Taştekin: Gazetecilik hiçbir dönemde bu kadar militanca yapılmamıştı. Bütün taraflara mikrofon uzatma cesaretini gösterebildiğimiz kadar gazeteciyiz. Bizim için aslolan gerçektir...
Fehim Taştekin Türkiye’de dış politika, özellikle de Ortadoğu’daki çatışma bölgeleri söz konusu olduğunda akla ilk gelen gazetecilerden. Taştekin geçtiğimiz günlerde bölgedeki gazetecilik deneyimlerini Suriye’deki 2011 sonrası iyice belirginleşen çatışma ortamına tarihsel bir şekilde yaklaştığı ve güncel aktörler üstünden durumu değerlendirdiği Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal isimli kitabıyla okurla paylaştı. Yazdıklarıyla Türkiye’deki, Suriye’ye ilişkin birçok ezberi bozan Taştekin’le hem İletişim Yayınları tarafından basılan kitabını hem de Suriye’yi konuştuk.
Hafız El Esad dönemine dair anlattıklarınızla Beşşar Esad hakkında anlattıklarınız arasında büyük bir fark var. Beşşar Esad’ın Suriye’si 2000’lerin başı itibariyle dünyaya eklemlenmeye çalışan, kapitalizmi daha içten bir şekilde benimseyen, açık bir ülke gibi görünüyor. Esad’ın tüm bu eklemlenme çabalarına rağmen yalnızca sınırlı sayıdaki ülkenin desteğini kazanabilmesinin sebebi ne olabilir?
Suriye’de Beşşar Esad’la rejimin değişme çabasının uluslararası alanda fazla destek görmemesinin bence iki temel nedeni var: Birinci neden stratejiktir. Şam yönetimi Hafız Esad’dan sonra da dış politikasındaki genel çizgisini sürdürdü. Batılıların beklentisi Suriye’nin oturduğu eksenin değişmesiydi. Bu eksende temel parametreler Golan işgali yüzünden İsrail’le teknik olarak savaş halinde olma, ABD’nin Ortadoğu’yu oturttuğu Camp David düzenine aykırılık, Filistinli gruplara himaye, Hizbullah’a destek, Rusya ve İran’la müttefiklik ilişkisidir. Beşşar Esad döneminde de bu eksende kayma olmadığından Suriye düşman kategorisinde kalmaya devam etti. Aslında Batılıların bu süreçte gerçek anlamda Suriye’nin demokratikleşmesi gibi bir dertleri olmadı. Suriye “direniş ekseni” diye anılan stratejik bağlamdan çıksaydı bugün Körfez ve Batı kampının finanse edip silahla beslediği vekâlet savaşına da tanık olmayabilirdik. İkinci neden konjonktüreldir. Beşşar Esad bazı reform ve diyalog girişimlerinde bulunurken Bush yönetimi Büyük Ortadoğu Projesi ile bölgede rejim değiştirme çabalarına girişince Suriye’deki hâkim yapı da koruyucu bir refleks geliştirdi. Bu, değişime karşı çıkan eski kadroların eline koz verdi. Irak işgalinin ardından Suriye’nin de iç dinamiklerinin tetikleneceği korkusu hâkim oldu. O yüzden Muhaberat başlangıçta Amerikan güçlerine karşı direnen Sünni yapıları el altından destekledi. Bu bağlamda dış etken olarak değişim kampını korumacı kampa savuran bir diğer gelişme Lübnan’da 2005’de Refik Hariri’ye yapılan suikast ve 2006’da Hizbullah ile İsrail arasında patlak veren savaştır. Hariri suikastı Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığını bitirdi, Suriye’nin bu ülkedeki gücünün kırılması için çok ciddi bir baskı organize edildi. Hizbullah ve Suriye’ye karşı devlet dışı birtakım unsurlar, Selefi gruplar örgütlendi ve silahlandırıldı. Ki bu yapılar 2011’de kriz patlak verdiğinde hızlıca Suriye sahnesinde silahlı süreçlere dahil oldu. Suriye, Irak ve Lübnan üzerinden yönlendirilen bütün baskılara rağmen sözünü ettiğim eksenden kopmadı.
Hayır. Hafız Esad silahlı isyanları askeri olarak şiddetle bastırırken müzakere gibi zayıflık göstergesi sayılan taktiklere prim vermedi. Oğul Esad ise eski kadroların taviz olarak gördüğü bazı açılımlarda bulundu. Mesela defalarca af kararnamesi çıkarttı, muhalifleri memnun etmese de anayasayı değiştirdi, devletin ve milletin öncüsü olarak anayasada yer alan Baas Partisi’nin tekeline kağıt üzerinde de olsa son verdi, dahili muhalefet dedikleri muhaliflerle diyalog kurmaya çalıştı, Kürtlere el uzattı, 2012’de milli mutabakat hükümeti kurarak bazı muhalifleri iktidara ortak etti, seçimlere gitti, Arap Birliği ve BM gözlemcilerine kapıları açtı, Cenevre görüşmelerine katıldı vs. Suriye’de müesses nizam bunları verilmemesi gereken tavizler olarak gördü. Eski kadrolara göre bu tavizler verilmeseydi ve işin başından mesele sıkıya alınsaydı iş iç savaş noktasına gelmeden bitirilebilirdi. Tabii diyeceksiniz ki ağır silahlar kullanılıyor, tanklar, uçaklar ölüm kusuyor. Evet bu açıdan babasının ayak izlerini takip etmekte. Ama ben rejim içindeki algıdan bahsediyorum. Onlarca ülkeden cihatçı grupların yer aldığı bir savaş hali sürüyor ve savaş karşılıklı olarak ağır silahlarla yapılıyor. Artık farklı bir eşikten bahsediyoruz. Burada baba ile oğul arasındaki kıyaslamanın zemini kayboluyor.
Suriye ile ilgili en çok öne sürülen argümanlardan biri de Baas’ın bir Alevi azınlık iktidarı olduğu ve bunun demokrasiye tamamen aykırı olduğu. Ama baba oğul Esadların açık bir şekilde Sünni geleneklerle barıştığı, devletin yönetim kademelerinde Sünnilerin ve Sünni geleneğin de aktif olduğunu söylüyorsunuz. Sahiden Alevilere ilişkin Suudi Kralı Faysal tarafından dahi dolaşıma sokulan azınlık diktası söylemi gerçekçi mi?
“Alevi azınlık rejimi” tanımlamasını bir savaş argümanı olarak görüyorum. Bu yeni değil. Kitapta uzun uzadıya bu konuyu anlattım. Evet bir dikta rejimi var ve bu rejim bütün rengini Alevilerden değil Baas’tan alıyor. Bir Baas diktası. Bu yapı, siyasal bağlamlarını Baas’ın köy, kırsal ve memur sınıfının merkez alındığı farklı bir sosyolojik yapı üzerine oturttu. Hâkimiyetini kaybeten eski sosyal tabaka bir noktada İhvan-ı Müslim’in muhalefet kapasitesini yeni rejime karşı kullandı. İslamcılar üzerinden gelişen itirazı bölgede dönemin rakip hükümetleri de el altından destekledi. Bu muhalefet mezhepçi bir dil kullanarak yol almaya çalıştı. Hafız Esad’ın mezhebi aidiyetine atfen Alevi azınlık rejimi argümanı o günlerden itibaren siyasal muhalefet aracı olarak kullanıldı. Bu itirazlar karşısında Esad’ın kendini Müslüman olarak kabul ettirmek gibi bir sorunu oldu. Bu uzun bir mesele. Ancak sosyolojik zeminde kayma olsa da rejimin ana sütunları arasında Sünni ortak kesimler olageldi. Başbakanlar, savunma bakanları, genelkurmay başkanları genelde Sünnilerden seçildi. Hıristiyanlara da Ortadoğu’da başka bir ülkede olmadığı kadar yüksek kademelerde yer aldı. Alevilerin subaylar arasında nüfusa oranla kalabalık olmasının nedeni de ekonomik ve sosyolojik realitelere dayanıyor. Baas’tan önce başlamış bir süreçtir. Kilit noktalarda Sünniler de oldu Aleviler de, Hıristiyanlar da oldu Çerkesler ve Dürziler de… Mesela İçişleri’ne Sünni İdlibliler hâkimdir, Dışişleri’ne de yine Sünni Deralılar. Aslında bu çeşitliliği Suriye’de devrim yapmaya kalkışan bölge ülkelerinden hiçbirinde göremezsiniz. Burada baskıcı bir rejim sorunu var, “Alevi rejimi” sorunu değil.
ÖSO ve Arap Birliği ilişkisi, Suriye konusundaki en tartışmalı meselelerden biri; Arap Birliği’nin bir yandan 2012’de çözüm için masadayken bir yandan da ÖSO’ya silah sağlaması. Sizce Suriye’de artık“güven içerisinde” bir karşılıklı konuşma durumu mümkün mü? Gerçek anlamda bir çözüm mutabakatı ya da tartışması gerçekleşebilir mi yerel aktörler arasında?
Bu iş sahadaki savaşın gruplara ya da bunların destekçisi Suudi Arabistan gibi ülkelere kalırsa çözüm sürecini ilerletmek mümkün olmaz. Genel anlamda şunu söylemek mümkün: Sahada iki tarafın da birbirini yenemediği bir durum, savaşa süreklilik kazandırıyor. İşte bu dehşet dengesini bozmak için geçen marttan sonra Suudi-Türk ortaklığı ile bir hamle yapıldı, oluşturulan yeni koalisyona (Fetih Ordusu) silah sevkiyatı yapılarak İdlib düşürüldü. Ardından karşı hamle rejim lehine ağustostan sonra Rusya’dan geldi. Şimdi koşullar rejim lehine gelişiyor. Rusya’nın amacı muhalifleri müzakereye mecbur edecek koşulları oluşturmak.
Ayrıca masa kurulsa bile asla ve asla rejimle müzakereye yanaşmayan ve Suriye’de teokratik bir düzen kurmak isteyen Kaide ya da Selefi grupların arz ettiği tehdit devam edecek. Onlar Cenevre ya da Viyana süreci ilerlese de savaştan yana pozisyonlarını sürdürecek. Eğer ABD ve Rusya’nın ana organizatör olduğu bu süreçte bazı muhalifler Şam’da yeni iktidara ve reform sürecine ortak olursa o zaman sahadaki yeni düzen biraz daha basitleşecek. Yani bir taraftan makul muhalifler yönetime ortak edilirken diğer taraftan çözümü reddedenlere karşı “terörle mücadele” adı altında ortak bir cephe şekillenecek. Bu, Rusya’nın oyun planı. Tabii bu oyun planına özellikle Suudi Arabistan ve Türkiye ayak diriyor.
IŞİD’in suyla cezalandırma taktiği özellikle Ortadoğu’daki devlet dışı aktörlerin zor kullanma biçimleri içerisinde çok kritik bir kategori teşkil ediyor. Sizce bu strateji IŞİD’in demografinin ötesinde bir etken olarak direnişi hızlı kılmasında ne kadar etkili?
IŞİD’in temel stratejisi korkutma, yıldırma ve feci şekilde cezalandırma taktiklerine dayalı. IŞİD klasik bir savaş yürütmüyor. En fazla başvurduğu yöntem intihar saldırısı ya da bombalı araç saldırısı. Kuşatma ya da direniş hatlarını bu şekilde yarıyor. İkincisi kafa kesme taktikleri o denli korku salıyor ki köy ya da kasabalar direnmeden teslim oluyor ya da insanlar kitleler halinde direnmeden kaçıyor. Su meselesini hem ödüllendirme hem cezalandırma aracı olarak kullandı. Kendisine itaat eden bölgelere daha fazla su ve hizmet götürürken düşman saydığı halkların (Şiiler ya da Aleviler gibi) suyunu keserek ya da baraj kapılarını açıp kasıtlı olarak baskınlar oluşturarak cezalandırdı.
İnsanların kafasını en çok karıştıran konulardan birisi de El Kaide ve IŞİD ilişkisi. Bu iki aktörün Suriye’de ve dünyanın geri kalanındaki ilişkisi nasıl? Nerelerde ayrışıyor, nerelerde birleşiyorlar?
IŞİD ideolojik olarak en sert tartışmayı paradoksal olarak kendisine en yakın olan cihatçı Selefiler ve Kaide ile yaşıyor. IŞİD kendi halifesine biat etmeyenleri küfürle itham ediyor. IŞİD kendinden başka hiçbir örgütü meşru görmüyor. Kaide-IŞİD kavgasının pratik nedeni ikisinin aynı havuzdan besleniyor olmasıdır. IŞİD, Kaide saflarında yarılmalara neden oldu. Mısır, Tunus ve Libya’dan Yemen, Irak, Suriye ve Pakistan’a kadar birçok yerde Kaide’den kopanlar IŞİD liderine biat etti. Haliyle ikisi arasındaki kavga çok sertleşti. Suriye’de de en büyük savaş IŞİD ile Kaide’ye bağlı Nusra ya da Ahrar el Şam gibi İslamcı gruplar arasında yaşandı. İki taraftan binlerce kişi öldü. Temelde IŞİD ile Kaide’nin referansları ve beslendikleri kaynaklar ortak. IŞİD, IŞİD’e dönüşmeden önce Irak sahnesinde Kaide’nin bir kolu olarak varlığını sürdürürken de Kaide’nin küresel liderliği ile belli konularda ayrışmıştı. Irak Kaidesi (daha sonra Irak İslam Devleti adını almıştı) Baasçıların da yönlendirmesiyle aşırı derecede mezhep düşmanlığı yapıp her bir Şii’nin kanını helal olarak görmeye başladı. Sivilleri hedef alan aşırı şiddet eylemleri de Kaide’nin küresel liderliği ile anlaşamadıkları bir konuydu. Kaide bile Irak İslam Devleti’ni aşırı bağnaz ve şiddet düşkünü olarak görüyordu. Örgütsel ayrışma 2013’te Suriye’de zirve yaptı. Irak İslam Devleti adını Irak-Şam İslam Devleti olarak değiştirip Suriye sahnesinde faaliyet gösteren Nusra’yı feshettiğini duyurunca Nusra buna itiraz etti ve doğrudan Kaide liderliğine biat ettiğini duyurdu. Kaide lideri Eyman Zevahiri, Irak İslam Devleti’nin Irak’ta, Nusra’nın Suriye’de faaliyet göstermesini emretti. IŞİD bu emre itaat etmeyince Zevahiri IŞİD’i Kaide’den attı. Aralarındaki kanlı çatışmalar bundan sonra başladı. Daha sora malum IŞİD adını İslam Devleti olarak değiştirdi ve hilafet ilan etti. Hilafet ilanı cihadi Selefi dünyayı cezbetti ve Kaide’den kopuşlar yaşandı. IŞİD basitçe Kaide’nin küresel ağı üzerinden hızlıca onlarca yerde şube açmış oldu.
Sizce eğit-donat tipi stratejilerin Suriye’de başarılı olma imkânı var mıydı? Şu ana kadarki deneyimlerinçoğunlukla hezimetle sonuçlandığına yönelik haberler var, bu ne kadar doğru?
Eğit-donat programının başarılı olma şansı hiçbir zaman olmadı. Bu program Türkiye ile yapılan anlaşma yüzünden sanki kısa süre önce başlamış gibi algılandı ama 2012’den beri aslında muhalifler Ürdün ve Türkiye’de eğitilip donatıldı. Bunun adını sonradan koydular. Sözde ılımlı diye anılan bu gruplar zamanla radikalleşti ya da mafyalaştı ve savaş ağalarına dönüştü. Bir kısmı Nusra, IŞİD ve Ahrar gibi örgütlere katıldı. Ya da bu örgütler, ılımlıları yani Özgür Suriye Ordusu’nu yuttu. Eğit-Donat Programı ile bilinen program çerçevesinde eğitilip donatılan birlikler ise geçen yaz Suriye’ye adım atar atmaz Nusra’nın saldırısına uğrayıp yok oldular ya da kendiliklerinden Nusra’ya katıldılar. Program ABD tarafından sonlandırıldı. Zaten bu aşamadan sonra ABD daha fazla Kürtlerle çalışacağını duyurdu.
Kitabınızdaki en ilginç bölümlerden biri de “Musul Neden Direnmedi” alt başlıklı bölüm. Türkiye dış politikası bakımından da oldukça kilit bir başlık bu. Sünniler ve Türkmen nüfus açısından baktığınızda IŞİD’e direnmeyen Musul’un kodları nelerdir?
Musul etnik, dinsel ve mezhepsel açıdan halkların iç içe geçtiği kentlerden biri. Tarihsel olarak da bir medeniyet havzası. Bu kentin zamanla Kaide’nin taban bulabileceği şekilde dönüşmesi son derece trajik bir durum. IŞİD daha sahneye çıkmadan önce Kaide olarak bölgede vergi toplayacak kadar hücresel yapılanmasını ilerletmişti. Sünni Araplar ve Sünni Türkmenler arasında epeyce adam devşirmeyi başardılar. Düşünün Tel Afer gibi bir yerde bir taraf Sünni Türkmen diğer taraf Şii Türkmen. Sünniler arasında yer edinen Kaide, Şii tarafa savaş açabiliyor. Musul’un direnmemesi ile ilgili birkaç önemli husus var: Birincisi bu sözünü ettiğim hücresel yapılanmanın 2003’ten sonra artan oranda yaygınlaşmış olması. İkincisi ABD, Irak ordusunu dağıttıktan sonra yeni ordu, toplama bir orduydu. İlk ciddi sınavda savaşmadan dağıldı. Sünniler orduyu Şii Başbakan Maliki’nin ordusu gibi görmeyi tercih etti. Ordu profesyonel değildi, halkla diyaloğu başarısızdı, kötü muameleler söz konusu oldu. Bir noktadan sonra askerler Musul’da istenmeyen kişiler haline geldi. Ve bu ordu istenmediği bir kent için canını vermeyip kaçtı. Çok rezil bir durumda. 30 bin asker 2-3 bin kişilik IŞİD ordusuna direnmedi. Bazı Sünni aşiretler ya da örgütler de IŞİD’i Şii iktidara karşı bir Sünni isyan dalgasına dönüştürmek istedi, bu yüzden kentin düşmesine çanak tuttular. Etkili kişiler Sünni subaylara direnmemelerini söyledi.
Özellikle Kürtlerin Barzani ve Öcalan’a yakın iki ayrı damarını temsil eden medyada sık sık Kürt silahlı güçleri ve bölgedeki siyasal örgütlenmeler arasındaki gerilimlere dair haberler okuyoruz. Suriye’de aktif bir siyasal aktör olarak PYD’nin ve silahlı aktör olarak ise YPG’nin daha hâkim olduğuna dair öngörü doğru mu? Barzani özellikle de Suriye konusunda ne kadar belirleyici?
PYD, 2004’ten itibaren Suriye’nin kuzeyinde Kürt siyasal muhalefetinin lokomotif gücü haline geldi. PKK’deki kadro deneyimleriyle çok iyi örgütlendiler ve 1960’lardan beri siyasi arenada yer alan örgütlerden katbekat daha etkili hale geldiler. PYD dışında birçok örgütün tabela partisi olduğuna dair tespitler çok da haksız sayılmaz. PYD’nin bu başarısını tamamen silahlı gücüne bağlamak isabetli değil. Kuşkusuz YPG’nin varlığı PYD’nin bölgelerin denetimini almasına imkân verdi. Fakat YPG, PYD’nin silahlı kolu olarak değil Rojava’nın savunma gücü olarak konuşlandırıldı. YPG, PYD ile birlikte başka partilerin birleşmesiyle oluşturulan Kürt Yüksek Konseyi’ne bağlı. KDP çizgisindeki partiler ise bu yapılanmanın ve özerklik hareketinin karşısında yer aldı. Silahlı çatışmalar askeri kanatta YPG, siyasi kanatta PYD ve ortaklarının gücünü pekiştirirken Barzanici partiler zemin kaybetmeye devam etti. Barzani’nin yardımıyla alternatif Peşmerge gücü oluşturuldu ama bununla bir denge sağlanması o kadar kolay değil. Zaten kanton yönetimleri ikili askeri yapılanmaya izin vermek istemiyor. KDP ve PKK çizgisindeki yapılar farklı dünya görüşleri ve farklı model önermeleri üzerinden şekillendi. İki hareketin sosyolojik realitesi de farklı. PKK çizgisi Rojava’da artan oranda belirleyici hale gelirken Güney Kürdistan’da da IŞİD’e karşı savaşta öne çıkarak Barzani’nin temsil ettiği yapıda rahatsızlığa yol açtı. Ayrıca Barzani’nin Rojava’da PYD’yi dengeleme hamleleri Türkiye ile paralellik de arz ediyor. Ankara’nın tepkilerini Erbil’in hassasiyetiyle birlikte düşünmek lazım.
Dış politika üzerine, özellikle de çatışma bölgesinden yazan biri olarak, Ortadoğu ülkelerinde hareket ederken zorluk yaşıyor musunuz? Kolluk kuvvetlerinden en basit asayiş testine kadar bir gazeteci olarak tehdit altında hissettiğiniz oldu mu?
Elbette çatışma bölgelerinde riskin her türlüsüyle karşılaşmak mümkün, ben de kimi yerlerde sıkıntılar yaşadım. Gözaltına alınmak, istihbarat ya da güvenlik birimleri tarafından sorgulanmak, tehdit edilmek, ateş altında kalmak dahil. Bu yüzden sahadaki durumu iyi analiz edip tedbirli hareket etmek gerekiyor.
Kitapta anlattığınız Suriye özellikle 2011 sonrası Türkiye medyasında yansıtılmak istenenden farklı bir Suriye. Davutoğlu’nun sürekli olarak referans verdiği İhvan politikalarını, Türkiye’deki sağ tandanslı gazetelerin Suriye algısını düşününce ortaya çıkan bilgideki büyük farklılıklar tesadüf mü?
Davutoğlu’nun referanslarına aşina biriyim. İhvan’ın yer aldığı düşünce akımlarını daha gazeteciliğe başlamadan çok önce okuma ve tanıma fırsatım oldu. Suriye krizi patlak verdiğinde herkes bir tarafa savruldu. Maalesef “gerçek nedir” sorusu sakıncalı hale geldi. Öteki tarafın ne yaptığını ya da ne düşündüğünü araştırmak ve yazmak ihanete eşdeğer tutuldu. Her türlü yafta ile karşılaştım. Hükümet medyasının ne yazdığıyla ya da ne tür bir tablo çıkardığıyla ilgilenmiyorum. Gazetecilik hiçbir dönemde bu kadar militanca yapılmamıştı. Bütün taraflara mikrofon uzatma cesaretini gösterebildiğimiz kadar gazeteciyiz. Bizim için aslolan gerçektir. Ben dört Batılı gazeteci ile birlikte Dera’ya gittiğimde sokakları dolaştım, insanlarla konuştum. Batılı gazeteciler geziden memnun kalmadı, bütün aradıkları Esad karşıtı bir grup göstericiydi. Hiçbir şey bulamadık diye kameralarını bile çalıştırmadılar. Ben bakın şurada bu adam, şurada şu kadın şunları anlattı, bence bölge sakinlerinin hissiyatı açısından önemli dedim, ilgilenmediler. Bu kadar koşullanmış gazeteciler üzerinden Suriye’yi okuduğumuzda günün sonunda çuvallıyoruz. Suriye’de 9. köyden kovulma pahasına yazdım. İçim rahat, gördüklerime ve duyduklarıma ihanet etmedim.