Paul Michel
Foucault (1926-1984)
Michel Foucault’nun “iktidar her yerdedir” sözünü sanırım
duymayan kalmamıştır. Peki nasıl bir şeydir bu iktidarın “her yerdeliği”?
İktidar her yerdedir çünkü biz iktidarı her ilişkide üretiriz. Bu bize
bahşedilmiş bir durum olmadığı gibi herhangi bir şeyin bizi kuşattığı anlamına
da gelmez, iktidar toplumlarda bulunan karmaşık ve stratejik durumun adıdır. Ve
de iktidar, eşitsiz ve hareketli ilişkilerde ortaya çıkar, üretilir ve devam
ettirilir.
Geçtiğimiz yıl
içerisinde Metis Yayınları tarafından basılan ‘Güzel Tehlike’ kitabı
Foucault’nun sözün, konuşmanın, söyleşen iki kişinin arasındaki iktidar
ilişkisinin varlığına dair düşünceleriyle ilgili önemli ipuçları veriyor.
Kitapta daha çok söyleşi ve basın toplantılarındaki iktidar ilişkisi öne
çıkıyor denilebilir. Bir basın toplantısını düşündüğümüzde kürsüde açıklamayı
yapacak olanlar karşıda da basın mensupları olduğu düşünüldüğünde sadece görsel
olarak bakıldığında bile bir iktidar ilişkisinin varlığını ve gücü elinde
tutanın kim olduğunu hayal edebiliriz. Foucault bu konuda “deneyler” yaparak
sözün gücünü konuşmanın iktidarını tersine çevirir. Katıldığı toplantılarda
kendini öne çıkarmaz Foucault olarak değil sıradan birisiymiş gibi eklemlenir
bulunduğu yeri bir sunum veya demeç mekȃnı
haline getirmez konuşulmaması gerekeni konuşulmaması gereken bir yerde örneğin
bir şapelde dile getirir, konuşur. Böylece konuşmanın sözün iktidarının
konuşacağı düşünülene değil karşı tarafa geçmesini sağlar. Bu da aslında iktidar
dediğimiz şeyin Foucault’cu bir yaklaşımla düşündüğümüzde değişkenliğinin ve
hareketliliğinin göstergesidir. Bu nedenle de iktidar adını verdiğimiz kelime
her yerdeliği tek tek bedenlere dağılacak kadar geniş bir çerçevede ele
alınabilecek bir durumdur.
‘Güzel
Tehlike’ kitabı yalnızca konuşmanın ya da sözün iktidarıyla da ilgili değildir,
Kitabı oluşturan Claude Bonnefoy ile gerçekleştirilen söyleşidir. Kitabın
girişinde bahsedilen deneyler Foucault için bu söyleşinin böyle bir anlamı
olabileceği düşünülerek yer verilmiştir. Daha ilk baştan itibaren söyleşi Foucault’nun
gönülsüz olduğu bir yere doğru çekilince konu “halının arka yüzüne” doğru yani Foucault’nun
istediği yöne doğru kayacaktır. Kitap bir söyleşi olmasının ötesinde özellikle
yazarın yazma edimine dair oldukça önemli atıflar içermektedir. Foucault
söyleşide yazmanın kendisi için büyülü bir şey olmadığından, çocukluğunda bu konuda
çok sıkıntı çektiğinden kendisine artı ödevler bile verildiğinden bahseder.
Otuz yaşlarında yazmaya yöneldiğinden de söz eden yazar –metin açıklama, tez yazma, sınav
verme- gibi durumların da kendisin yazmayı sevmemesinde etkili olduğunu
belirtir.
Kitaptan ayrıca Michel
Foucault’nun yazma sıkıntısının en önemli sebeplerinden birisinin de dil
olduğunu öğreniyoruz. Devamlı olarak memleketinden uzak kalmak zorunda olan bir
filozofun samimi açıklamaları ve anadil vurgusu bu gün devamlı konuştuğumuz dil
meselesinin önemini bir kere daha hatırlatıyor. Çünkü ona göre dil “tek gerçek
vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği,
sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.”İnsanın
söyleyebileceğini tam olarak ifade edebildiği dil sanırım çocukluğundan
itibaren en geniş anlamıyla bildiği dilidir. Bu nedenle başka dilde yazılan
yazı söylenen söz hep eksik ve sınırlı olacaktır, Michel Foucault için de
dilinden uzak olmak, yabancı bir dilde ifade çabası onun yazma isteğini –her ne
kadar bizler yani okurları fark etmesek de- etkilemiş görünüyor
“Başkalarının
gerçekleşmiş sayılan ölümü üzerine yazıyorum ben.” Yazar kendisi için yazmanın
aslında ölülerle girilen bir ilişki olduğundan bahsediyor çünkü o bilindiği
gibi bilginin arkeolojisinin peşine düşmüş bir yazar. Ancak bu ilişki
başkalarını öldürmek anlamını ifade etmiyor tam tersine öldüğü düşünülenin ya
da kabul
edilenin aslında ölmediğini göstermek anlamına geliyor. Aslında bu cümle
Foucault’nun yazdıklarını anlamlandırmamıza sebep oluyor çünkü o bir dönem
gelip geçtiği düşünülen bir durumu onun tarih içindeki konumlandırılmasından bu
güne getirerek ölü kabul
edileni canlandırmış oluyor. Örneğin; delilik gibi bir durumun farklı tarihler
ve dönemlerde nasıl farklı anlamlara geldiğini okuruna göstererek aslında onun
algısını belirleyen şeyin iktidar ilişkileri ve kurumların gözetimine
hapsedilmiş bir düşünce biçimi olduğunu saptıyor. Bir dönem kutsal sayılan bir
durumun algılanış biçiminin bir dönem geldiğinde “farklı”, “tuhaf”, “anormal”
algılanışının altında yatanın arkeolojisini yapıyor ve aslında kutsal anlamlı
deliliğin ölümü yerine ona bakışımızın üzerindeki kurumsallığın bizdeki
etkisini gözler önüne sererek onu yaşatıyor ve kendi ifadesiyle “bak şu işe ölü
değillermiş” ya da “değilmiş” dedirtiyor ve yaşatmak için yazıyor.
Michel Foucault ve
Claude Bonnefoy arasındaki söyleşinin de başta bahsettiğimiz gibi bir deney mi
olduğunu bilemiyoruz. Ancak bu söyleşinin her cümlesi üzerine sayfalarca cümle
kurulabilir desek abartmış olmayız zannımca.
Bazı yazarların
yaptığı her işin, söylediği her cümlenin altında derin anlamlar yatar. Michel
Foucault’da onlardan birisi, her şeyin altında bir şey arayanlar için “Güzel
Tehlike” kitabı okur için önemli bir ayrıntı.
Emek Erez –
edebiyathaber.net (5 Şubat 2014)
- See more at:
http://www.edebiyathaber.net/michel-foucault-guzel-tehlike-konusmanin-iktidari-ve-yasatmak-icin-yazmak-emek-erez/#sthash.8mSfeluT.dpuf