Tutukluluğumun
başlarında bana ağır gelen şey, özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin,
içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliyordu. İlk dalgaların sesini
tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı
hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum.
Ancak bu birkaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum.
Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi ya da avukatımın gelmesini beklemeye
başladım. Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyordum. O zaman sık
sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da
gökyüzüne bakmaktan başka işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim,
diyordum.
(...) Ne olursa
olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle
nasıl kalır insan?.. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı
bir şey söylemiş oluruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını
ortadan kaldırmak olur. Ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir
değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O
zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir
edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa
bir bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur.
Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır,
sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü
edebiyat olan her yerde umut vardır. (Vedat Günyol’un önsözde yer verdiği Camus’dan
bir alıntı.)
(...) “Evet,”
diye karşılık verdim. “Ama, doğrusunu isterseniz, bence bir,” diye ekledim. O
zaman, “Hayatınızda bir değişiklik hoşunuza gitmez mi?” diye sordu. “İnsan
hayatını hiç değiştiremez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır.
Buradaki hayatımı hiç beğenmiyorda değilim,” diye karşılık verdim.
Akşam, Marie
beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. “Bence bir
ama istersen evleniriz,” dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek
istedi. Bir başka zaman da söylediğim gibi, “Bunun bir anlamı yok, ama herhalde
sevmiyorumdur.” diye karşılık verdim. (...)
(...)Gözlerimizi
kıpırdatmadan birbirimize bakıyorduk. Burada her şey, denizle kum ve güneşin,
kamışla suyun çifte sessizliği arasında duraklıyordu. O anda içimden, insan
ateş eder de edemez de, bence ikisi de bir diye geçirdim.
Yanımdan dargın
bir halle ayrıldı.
Onu alıkoymak, gözüne girmek – beni daha iyi savunsun diye değil, yalnızca
gözüne girmek – istediğimi anlatmak isterdim. Hem onu güç duruma soktuğumu da
görüyordum: Beni anlamıyor, biraz da
içerliyordu bana. Benim de herkes gibi olduğumu, tamı tamına herkes gibi
olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama, bütün bunların aslında hiçbir yararı
yoktu. Tembelliğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.
(...) Sonra,
bana dikkatli dikkatli, biraz da üzgün bir tavırla baktı baktı da: “Böyle katı
yürekli insan görmedim ömrümde! Karşıma çıkan suçlular, bu “acı simgesi” nin
önünde daima gözyaşı dökmüşlerdi,” diye mırıladandı. Neredeyse, onlar katil de
ondan diye karşılık verecektim. Ama düşündüm ki, ben de onlar gibiydim. Bu,
kendimi bir türlü alıştıramadığım bir düşünceydi. O zaman yargıç, sorgunun
bittiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı. Hep o aynı yorgun tavırla,
yalnızca, yaptığım işten pişman olup olmadığımı sordu. Düşündüm, gerek anlamda
pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı duyduğumu söyledim. Dediklerimi anlamıyormuş
gibiydi. Ama işler o günlük, bu kadarla kaldı.
Vaktimin geri
kalan kısmını oldukça iyi idare ediyorum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden:
beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka
bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.
(...) Bana
kadınlardan söz açan o oldu önce. “Ötekilerin sızlandıkları ilk şey budur,”
dedi. “Ben de onların durumundayım, bu işlemi haksızca buluyorum,” dedim. “Ama,
dedi, zaten sizi de bunun için hapse tıkıyorlar ya!” “Nasıl? Bunun için mi?”
“Elbette, özgürlük dediğin budur işte! Özgürlükten yoksun bırakıyorlar.” Bense
bunu hiç düşünmemiştim. Ona hak verdim, “Doğru, yoksa ceza nerde kalırdı!”
Dedim. (...)
(...) Kimi zaman
odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki
eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyorum.
(...) Bugünlerin
yaşanması uzun sürüyordu, kuşkusuz, ama öylesine gevşemişlerdi ki sonunda
birbirinin içine taşıyor ve orada adlarını yitiriyorlardı. Benim için anlamlı
olan yalnız dün ve yarın sözcükleriydi.
(...)
Jandarmalar, “Mahkeme kurulunu bekleyeceğiz,” dediler. Biri bana sigara sundu,
ama almadım. Az sonra, “Heyecanlı mısın?” diye sordu. “Hayır,” diye karşılık
verdim. “Bir bakıma seyretmek ilgimi bile çekiyor. Şimdiye kadar dava dinlemek
fırsatı düşmemişti hiç,” diye ekledim. İkinci Jandarma, “Evet, ama bir süre
sonunda usanç getirir,” dedi.
(...)
Düşüncelerime gömülü olmama karşın, bazı bazı lafa karışacak oluyordum. O zaman
avukatım, “Susun! Davanız için bu daha iyi!” diyordu. Benim davamı beni işe
karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme
kalmadan geçip gidiyordu.
(...) Anacığım
sık sık, “İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olamaz,” der dururdu. Gökyüzü
elvan elvan renklerle boyanıp da, yeni bir gün ışığı hücreme sızı verince ona
hak veriyordum.
O zaman,
bilmiyorum niçin, içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya
başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi
olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. İçimin, sevinç ve öfkeyle
karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden
güvenli görünüyor değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın
saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü
gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama
kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan daha çok emindim. Yaşadığımdan
emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka birşeyim yoktu
benim, Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim.
(...) Ne
zamandır ilk kez olarak, anacığımı düşündüm. Hayatının sonlarında niçin bir
“Nişanlı” edinmişti, niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti,
anlar gibi oluyordum. Orada, orada da birtakım ömürlerin sona erdiği bu
İhtiyarlar Yurdunun çevresinde de akşamlar, hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi.
Anacığım, ölümün eşiğinde, kendini orada serbest ve her şeyi yeni baştan
yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Kimsenin, kimseciklerin onun arkasından
ağlamaya hakkı yoktu. Ben de herşeyi yeni baştan yaşamaya kendimi hazır
hissettim. Sanki bu büyük öfke beni kötülüklerden arındırmış, umuttan
kurtarmıştı. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez
olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş,
bu kadar kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. Hatta hâlâ da
mutluydum.
Albert Camus