Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında, Stalin ve Hitlerin Mahkûmu, Çeviren: Gün Zileli, İmge Yayınları, Kasım 2012
TÜYAP Kitap Fuarına yetişmesini beklediğim ama biraz gecikmeli olarak bize ulaşan Margarete Buber-Neumann’ın kitabı İmge Yayınlarından çıktı. Neumann’ın 1937-1945 arası anılarını içeren kitabını bir çırpıda okuyamadım. Çok zorlandığım, kendimi zulüm altında hissettiğim, ara sıra umutlandığım anlar oldu. Ve kitabı bitirdiğimde duyumsadığım ise, ağzımın acı bir tatla kaplı olmasıydı.
Margarete Buber-Neumann, Alman Komünist Partisi (KDP) üyesi, inançlı ve çalışkan bir komünist. Sovyetler Birliği’ne sarsılmaz bir inançla bağlı bir devrimci. İkinci eşi olan Heinz Neumann KDP içinde ünlenmiş iyi bir teorisyen, 1920’lerde Stalin’le dost olmuş bir parti yöneticisi. Türkiye sol tarihinden de çok alışık olduğumuz iç çekişmelerden biri sonucu, Heinz Neumann yenik düşerek yetkilerini kaybetmiş, Nazilere karşı mücadelenin başarısızlığının faturası O’na kesilmiş ve “sapma” ile suçlanmış. Berlin, Moskova, Madrid, Paris arasında sürgün yaşamış, 1934’te İsviçre’de tutuklanıp sınırdışı edilmiş. Bundan sonra Margarete Buber ile 1935’te Moskova’ya sığınmışlar. Komintern Misafirhanesi Lux Otel’de sürekli takip altında ve telefonları dinlenerek yaşamak zorunda kalan Heinz Neumann öncelikli tehdit olarak görülen yabancı komünistlere yönelik “Büyük Temizlik” sürecinde, Nisan 1937’de tutuklanır, Merkezi Moskova Hapishanesi Lubyanka’ya konur. Kasım 1937’de hakkındaki suçlamaları dinleyen bu önde gelen Alman komünisti 15 dakika süren yargılamanın ardından kurşuna dizilerek öldürülür. (Margarete Buber, eşinin hayatta olmadığını 1961’de öğrenecek ama ne zaman ve nasıl öldüğünü hiçbir zaman öğrenemeyecektir.) O dönemin psikolojisini Margarete Buber’den dinleyelim: “O günlerde Moskova’da bir fıkra dolaşıyordu ağızdan ağza. ‘Teruel’i almışlar, duydun mu?’ İspanya İç Savaşı günleriydi. ‘Yapma be. Karısını da mı?’ ‘Yok, yok, Teruel bir kasaba.’ ‘Aman Tanrım! Demek artık kasabaları da tutukluyorlar?” (sf.38)
Margarete Buber ise Haziran 1938’de tutuklanıyor. KDP üyesi olmasının yanında, Heinz Neumann’ın eşi olması tutuklanması için yeterli gerekçeydi. Çünkü Sovyet yasaları, eş ve çocukları evin erkeğinin suçlarından sorumlu tutuyordu. (Aynı düşünceleri paylaşmasa eşinden boşanırdı, ayrılmadığına göre o da eşinin fikirlerine katılıyordu!) Önce Lubyanka ve sonra Butirka Hapishanesi’ne konur. Koğuşunda şöyle karşılanır: “’Almansın değil mi?’ diye fısıldadı. ‘Hemen anlaşılıyor. Burada sadece fısıltıyla konuşulduğunu hemen belirteyim. Koğuş yirmi beş kişiliktir. Seninle birlikte yüz on kişi olduk. Koğuş Kıdemlisine söyleyeyim. Belki senin için bir yer bulabilir.’ Koğuş Kıdemlisi Tasso Salpeter Gürcü bir kadındı. Beni hoş bir şekilde karşıladı. ‘Yer bulmak hayli zor’ dedi, ‘Daha iyi bir yer buluncaya kadar tuvalet kovasının yanına sıkışıverirsin.” (Sf. 59)
Aradan aylar geçtiği halde neden tutuklandığını bilmez ve bir gün sorguya çağırılır. Sorguda kendisine yöneltilen suçlama “Sovyet Devleti’ne karşı ajitasyon ve karşıdevrimci örgütlenme yapmak”tır. Suçlamaya başta gülüp geçen, sonra bunu kesin bir dille reddeden Buber, hakkındaki delili öğrenir: Alman Komünist Partisi içinde muhalefet yürütmek.
“’Bunu kesinlikle reddediyorum’ diye yanıtladım ve o anda büyük bir hata yaptım: ‘Ayrıca, nasıl oluyor da Alman Komünist Partisi içinde muhalefet yapmak, Sovyetler Birliğinin aleyhinde karşıdevrimci ajitasyon ve örgütlenme oluyor? Benim Volga Almanı sorgucum neredeyse çıldırdı. ‘Neee?’ diye yerinden hopladı. ‘Sen yalnızca karşıdevrimci değil, aynı zamanda Troçkistsin de.’” (sf. 77)
Tüm politik davalarda ve totaliter yönetimlerde görüldüğü üzere, kişinin peşinen suçlu ilan edilmesi ve suçsuzluğunu ispata davet edilmesiyle başlayan süreç; hukuki anlamda güvenliğin kalktığı, tüm muhalif düşüncelerin hain, darbeci, terörist ilan edilmesiyle bir ava dönüşür, kişinin hayatta kalması tesadüflere ve zamanlamaya bağlı hale gelir. Türkiye yakın tarihinde de Ergenekon, KCK, Odatv, Mısır Çarşısı gibi davalarda bunu rahatlıkla görmekteyiz. Aslında bu davaları açanlara kendi adıma teşekkür etmem lazım. Siyasal tarih, siyaset bilimi konularını artık çok daha rahat anlıyorum. Otokrasi, Despotizm, Faşizm, Totalitarizm gibi kavramların ne olduğunu kavramama çok yardımcı oldular.
Margarete Buber de böyle bir yargılama sonucu, “sosyal bakımdan tehlikeli unsur” suçundan “bir kampta 5 yıllık ıslah çalışması” cezasına çarptırılır. Cezasını Sibirya’da çekmek üzere trene doldurulurlar. Haftalarca sürecek yolculukta aldıkları yiyecek günde 750 gram kara ekmek, bir küçük çiroz, 3 bardak çaydan ibarettir. Ural Dağlarını aşıp Karaganda Kampına vardıklarında buranın Butirka Hapishanesinden çok daha kötü koşulları olduğunu fark eder ve hemen işe başlatılır. İlk işi traktörlerin günlük performanslarını istatistiki olarak saptamaktır. Margarete Buber hâlâ kurtulma umudu taşımakta ve yeniden yargılanmak için başvuru yapmak istemektedir. Çevresindekiler onu engellemeye çalışsa da itiraz dilekçesini yazar ve sonuç iki hafta içinde açıklanır: “Ceza Bloku’na götürülme.”
Aynı zamanda daha ağır işlere koşularak, çalışma kotaları sürekli arttırılarak Sovyetlerin iç kolonyal politikasının gereği olarak emekleri son zerresine kadar sömürülür. “Sosyal olarak güvenilmeyen ya da sosyal olarak güvenilmediği farzedilen unsurlara karşı güvenlik önlemleri almanın ötesinde GPU büyük bir köle tröstüydü. Nerede işçiye ihtiyaç varsa oraya mahkûmlarını gönderiyordu. Tutuklanan serbest sürgünler Merkezi Sibirya ve Karelya’daki ağaç kesimi işine, Ural’lardaki ağır endüstri tesislerine, Kazakistan steplerini tarıma açma işine, Kuzey Kutbunda bulunan Kolima’daki altın madenlerine, uzak doğu Sibirya’daki kasabaların inşasına ve bunun gibi yerlere gönderildiler.” (sf. 130)
Karaganda Kampından El Marje’ye, Birma’ya tekrar Karaganda’ya dönen Buber, kendisi ve diğer yabancı mahpuslara yönelik farklı bir uygulamanın başlamasına tam olarak anlam verememektedir. Aralarında tahliye edilecekleri yönünde umut taşıyanlar olduğu gibi, bu işlemlerin Stalin-Hitler anlaşmasının sonucu olabileceği görüşü de dillendiriliyor ve belirsizliğe sürükleniyorlardı. Karaganda Kampından ayrılma hazırlıklarından itibaren kendilerine yönelik muamelenin keskin bir şekilde değiştiği, yiyecek konusunda çok bonkör davranıldığı, GPU görevlilerinin yolculuk boyunca ne kadar nazik davrandıklarını görüyor ve buna anlam veremiyorlardı. Sonunda başladıkları yere Moskova’daki Butirka Hapishane’sine getirildiler. Burada kendilerine, inanılmaz bir şekilde, sigara ikram edilir, sıcak suyu olan bir banyoya girerler, temiz çamaşır alırlar, yastık ve çarşafı olan bir yatakta yatarlar. Hiç kimsenin kesin bir şey bilmediği, mideleri düzgün bir yemeğe alışmadığı için herkesin gastrit olmasıyla devam eden süreç 12 gün kadar sürer ve “Beş yıl ıslah çalışmasına mahkûm edilen Margarita Genrichovna Buber-Nejman’ın acilen Sovyetler Birliği topraklarından çıkartılmasına karar verilmiştir” ifadesi bulunan bir belge kendisine tebliğ edilerek trenle Polonya’ya doğru hareket ederler. “Her ne kadar Almanya’ya götürüldüğümüzü düşünsem de, her şeye rağmen Minsk’te ayrı bir yola gireceğimize dair zayıf bir umuda nasıl kuvvetle sarıldığımı şimdi fark ediyordum.” (sf. 180)
1940 Şubatında, Brest-Litovsk tren istasyonuna geldiklerinde, köprünün Polonya tarafından gelen SS komutanı ve GPU şefi birbirlerini dostça selamlarlar, Margarete Buber ve arkadaşları SS askerleri tarafından teslim alınır ve “Emekçilerin Anavatanı, Sosyalizmin Yıkılmaz Siperi, Ezilenlerin Cenneti” (s. 182) artık arkalarında kalmıştır. Stalin, Sovyetlerdeki anti-faşistleri bir “iyi niyet jesti” olarak Nazilere teslim etmiştir.
Artık Gestapo’nun eline düşen Margarete, önce Lublin’de bir hapishanede tutulur ve uzun sürecek sorgusu başlar. Berlin’de Alexanderplatz’da bulunan polis merkezindeki hücrede 4 ay kalan Margarete’e Komintern adına Almanya’ya gönderilmiş bir GPU ajanı olduğu defalarca kabul ettirilmeye çalışılır. En sonunda kuşkulu kişi olarak damgalanır ve hakkında şu hüküm verilir: “Margarete Buber’in geçmiş yaşamı göstermektedir ki, her ne sebeple olursa olsun serbest bırakıldığında illegal Komünist Partisi için faaliyetlerde bulunacaktır. Bu yüzden toplama kampına gönderilmesi gerekmektedir.” (sf. 198) Koğuşundan alınıp, toplama kampına gönderilmeyi bekleyenlerin arasına konduğunda yanında politikler, Yahudiler, Yehova Şahitleri (İncil talebeleri), Polonyalılarla, Yahudilerle ilişkiye girerek ırkı dejenere edenler, yatak politikleri denen fahişeler, adli suçlular vardır.
Ağustos 1941’de Ravensbrück Toplama Kampına doğru yola çıkan Buber, Karaganda günlerini aratmayacak bir belirsizliğe sürüklenir ve ilk olarak kendisini politik olarak sorgulayacak Komünist grupla karşılaşır: “’Tamam’ dedi sonunda Minna Rupp, o berbat Suabia şivesiyle. ‘Sen bir Troçkistsin, ne olduğun anlaşıldı.’ Bir kere daha Moskova’daymışım gibi hissettim kendimi, oradaki gibi karşıdevrimcilikle ve halk düşmanı olmakla damgalanmıştım. Daha kamp hayatına doğru dürüst girmeden dışlanmıştım.” (sf. 209)
Önce fahişelerin ve adli suçluların Baraka Kıdemlisi olarak görevlendirilir, elinden geldiğince mahkûmların rapor edilmesini önlemeye çalışır. Çünkü rapor edilmenin anlamı dövülme, açlık, kırbaç ve gaz odasıdır. Öldüresiye dayak yenen, yarı aç yaşanan, ayakta dikilirken donarak ölünen, sürekli tehdit, hakaret, aşağılama yaşanan bir ortamda kişiliği de değişmeye başlar. Dehşet verici olaylara gösterilen tepkilerin şiddeti azalır, süresi kısalır: “Aynı değişikliği kendimde de gözlemledim. Kampa yeni geldiğimde, kadınların yoklama sırasında bayıldığını ve özellikle bir Çingene kadının o kadar uzun süre ayakta duramadığı için defalarca kalp krizi geçirdiğini gördüğüm zaman şoke olmuş, korkuya kapılmıştım. 1944 yılında ise şu ya da bu nedenle revire gittiğimde, gaz odasından getirilip koridora yığılmış ölüleri kılım kıpırdamadan yolumun üzerinden çekebiliyordum.” (sf. 226)
Bir sonraki görevi Yehova Şahitleri’nin Blok Kıdemlisi olmak olan Buber, “Bir Nizam-İntizam Krallığı” olarak nitelendirdiği İncil Talebeleri’nin yanında son derece ilginç bir hayat sürmeye başlar. Hem Hitler’in Devletine hem de Katolik Kilisesi’ne karşı olan bu gruptaki insanlar, tüm savaşlara ve askeri hizmetlere karşı çıkarak hayatlarını büyük bir riske atmaktan çekinmezler. Kamptan çıkmaları için “Artık Yehova Şahidi değilim” yazılı bir belgeyi imzalamaları yeterli olan bu kız kardeşler, inançları için acı çekmeye razı, gönüllü mahkûmlar olurlar.
Ekim 1940’ta bir arkadaşı Margarete’i Çek bir gazeteci ile tanıştırır: Milena Jesesnka.1930’da Çek Komünist Partisine giren ve daha önce Kafka’nın Sevgiliye Mektupları’dan tanıdığımız Milena, 1937’de Parti’den atılır ve 1939’da Gestapo tarafından Prag’da tutuklanır. Margarete, İncil Talebelerinin kıdemlisiyken, Milena da revirde mahkûmlara yardım etmeye çalışır ve sık sık görüşürler. Eğer bir gün özgür olurlarsa her iki diktatörlüğün toplama kampları hakkında kitap yazmaya karar verirler: “Biri sosyalizm adına, diğeri hâkim ırk adına kurulmuş bu iki diktatörlükteki yoklamaları, yürüyüş müfrezelerini, milyonlarca aşağılanan köleyi…” (sf.250) Ne yazık ki bu hayal, Milena için gerçek olamamıştır. Milena 17 Mayıs 1944’te ölür.
Endüstrileşme, kalkınma adına her türlü emeği hunharca kullanma amacı, Sovyetler gibi, Nazi toplama kamplarının da temel işlevidir. İnsanlar hem baskı ve zulümle kişiliksizleştirilirken, hem de günde en az 11-12 saat çalıştırılarak canları çıkana kadar Reich için üretime koşulurlar. SS üniforması dikmek için atölyelerde çalışanlar sürekli, kota ve rapor edilme baskısıyla tehdit edilir, bir an için işini bırakanlar SS amirinin ağır dayak ve işkencesine maruz kalır durumdadır. Bir süre Kampın Başamiri Bayan Langefeld’in ofisinde de çalışan Buber, bazı mahkûmları korumaya çalıştığı gerekçesiyle ceza hücresine yollanır ve sürekli krematoryumdan gelen yanık kokusunu teneffüs eder. Naziler geriledikçe kamptaki cinayetler de hızla artar. “1945 Şubatının ilk 14 günü 4000 kadın Ravensbrück’teki gaz odalarında yok edildi.” (sf. 310)
Savaşın ve kampın sonu yaklaştıkça, Komünist mahkûmlar arasında politik tartışmalar da başlar ama Margarete Buber’i düşündüren esas mesele, Nazilerden sonra kampa kimin geleceğidir. “Eğer Ruslar önce gelirse kaderimin ne olacağını biliyordum: Stalinistler beni derhal GPU’ya ihbar edeceklerdi.” (sf. 315) Bir grup mahkûmun tahliyesi esnasında tek başına kaçmak veya Polonyalıların arasına karışmak gibi seçenekleri düşünen Buber’i dışarıda başka bir hapishane beklemektedir. Bazen yaya, bazen atla, bazen bisikletle gittiği yolların Margarete Buber’i nereye çıkaracağını kitabı okuyanlar görecekler. Ve birçok tezat duyguyu aynı anda yaşayacaklar.
Margarete Buber Neumann bir kitap yazmamış, bir belgesel de çekmiş adeta. Sanırım bu kadar etkileyici az film vardır. Keşke bu yazılanlar bir kurmaca olsaydı, tüm bu kötülüklere katlanması daha kolay olurdu.
Margarete Buber’in etkileyici anlatımının bize ulaşmasında en büyük etken elbette çevirmen. Eugenia Ginzburg’un Anafora Doğru ve Anaforun İçinde, Abel Paz’ın Halk Silahlanınca, Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde çevirilerinde olduğu gibi ve her seferinde en içten, en samimi anlatımı bulma gayreti ile, Gün Zileli hem telif eserlerinde hem de çevirilerinde, sadeliğin büyüleyiciliği diye adlandırabileceğim bir dil kullanıyor. Bu dil, hem kitabın aslında bulunan atmosferin birebir yaşanmasını sağlıyor, hem de Türkçenin olanaklarının iyi kullanıldığı zaman çok da sınırlı olmadığını gösteriyor okura.
Margarete Buber’in 1947’de şekillendirdiği, 1948’de yayımlanan, 1960’taki eklemelerden sonra, Buber’in yaşamdan ayrılacağı 1989’a kadar değişikliğe uğramayan anıları, Gün Zileli gibi biri olmasa Türkçe’de hiç olmayabilirdi. Ne demişler: “Gören bizi sanır deli, Usludan yeğdir delimiz.”
Melih Dalbudak
26 Aralık 2012