Acaba Nasıl?, Samuel Beckett tarafından 1960'ta Fransızca yazılıp Comment c'est başlığıyla 1961'de yayımlanan roman. Roman daha sonra Beckett tarafından How It Is başlığıyla İngilizce'ye çevrildi ve 1964'te İngiltere'de yayımlandı.
ACABA NASIL?
İçimizdeki Samuel Beckett’e…
Çamur
Gözlerimi açtığımda dizlerime kadar çamura saplanmış olduğumu fark ettim. Buraya nasıl geldiğim hakkında bir fikrim yoktu ama şu anda bunu düşünecek durumda olmadığımın da farkındaydım. Etrafta kendimden başka insan göremiyorum. Zaten etrafta insan göremiyordum. Etrafta insan göremediğim zamanlardan birine daha denk gelmiştim galiba. Kafamı kaldırdım. Tepemde, arkamdaki koca çınarın dallarından birisi vardı. Uzandım, ona yetişmeye çalıştım. Belki bu şekilde kendimi yukarıya doğru çekebilirdim ama yetişemedim. Belki biraz daha çırpınsam, uğraşsam… Hayır, olmuyordu. Daha da batıyordum. Bu bataklığa nasıl gelmiştim?
Dala yetişemeyeceğimi anlayınca daha fazla çırpınmak istemedim. İçinde bulunduğum duruma dair olarak yaşadığım zihinsel süreci bir kenara bırakıp ortamdaki fiziksel şartlara odaklanmaya çalıştım. Eldeki verilerle hiçbir şey yapamıyordum. Az önce, tek kurtarıcım olarak gördüğüm koca çınarın dalı bile uzak bir dost gibi görünüyordu artık gözüme. Dost gibi diyorum çünkü hala dost olduğuna inanıyorum. Tepemdeki güneşten korunmamı sağlayan ve bana gölge eden oydu. Şimdi onun benim buradan çıkmam için bir vesile olmadığına, ancak bana başka bir şekilde yardımcı olabilecek bir dost olduğuna ikna olmaya başlamıştım. Ben bunları düşünürken etraftaki karga seslerini duydum. Nerede olduklarını fark edemiyor olsam da seslerini duymam, burada yalnız olmadığımı hissettiriyordu bana. Bitkisel hayatta olan ağaçları saymazsak bana eşlik edecek kimsenin olmadığını görüyordum çünkü. Öyleyse eşlik etmek demek, “ses” ile de ilgiliydi. Sessiz olunduğu zaman insan kendini biraz daha yalnız hissediyordu. Koca çınarın dalı bana kargalardan daha yakın ve dostane gelmesine rağmen kargalar yalnızlığımı unutmama daha çok yardımcı olmuştu. Bunun farkında olmadıklarını biliyordum ve aslında onların da benim farkımda olmadıklarını düşünüyordum ama düşüncemle zıt bir eylemle birlikte içlerinden biri gelip kafama kondu. Beni sadece bir “şey” olarak görüyordu belli ki, hareket etseydim bu kadar rahat bir şekilde yanıma yaklaşamazdı ama hareketsizliğime aldanıp beni koca çınardan farksız görmüş olacak ki kafamda sallanmadan duruyordu. Kafama konmadan önce ağzında taşıdığı küçük bir parça peynir görmüştüm. Kargalar peynir yiyor muydu sahi? Bilmiyordum. Ama kafamda ağzında peynir taşıyan bir karga olduğuna göre o peyniri edindiği bir yere de uzak değildim. Acaba bağırsam kimse duyar mıydı? Bilmiyordum ama denemeye değerdi. Hareketsizliğime zıt bir şekilde haykırdım: “Kimse vaaaaaar mııııııı?” Sesim bulunduğum yerin derinliklerinde dağılıyordu. Bağırtımın şiddetinden olacak ki kafamdaki karga hareketlendi. Onların hep akıllı kuşlar olduğunu düşünürdüm ama kafamdan havalandığında gagasındaki peyniri düşürmüş olmasından o kadar da akıllı olmadıkları sonucuna vardım. Sadece bir varsayımdı bu. Bir anlık dikkatsizliğine de denk gelmiş olabilirdi. Peynir düştükten sonra, daha havadayken, onu yakalamak için yeniden bir hamle yaptı ama çoktan çamura saplanmış olan peyniri yakalayamadı. Önüme düşmüş olan peynire hamle yapıp onu alacaktım ki tam o anda çamurun neredeyse kasıklarıma kadar yükseldiğini gördüm. Ya da ben kasıklarıma kadar çamura batmıştım. Farkı ne idi ki? İkisinde de edilgen olan bendim. Ve şu nefessiz, pis, düşünemeyen, aptal çamur birikintisi benim bütün edilgenliğime karşın etken bir şekilde hapsetmişti beni. Hareketsiz durmam batışımı engelleyemiyordu demek ki. Bunca zaman boş yere hareketsiz duracağım diye kendimi zorlamıştım diye düşündüm. Ama batışımı engelleyemiyor olması, yavaşlatmadığı anlamına da gelmiyordu. Mümkün mertebe yine hareketsiz duracaktım. Karar vermiştim. Ama ondan önce önümdeki çamura batmış olan peyniri almalıydım. Uzandım. Onu aldım. Bekletmeden ağzıma attım. Çamurun tadı beklediğim kadar kötü değildi. Ya da karnım acıkmıştı. Bu psikolojik deney üzerinde düşünecek değildim. Bulunduğum yer buna müsaade etmiyordu.
Buraya sürekli “bulunduğum yer” diyordum çünkü nerede olduğumu bilmiyordum. Etrafımda yeterince ağaç olsaydı burasının bir orman olduğunu düşünebilirdim ama öyle değildi. Belki küçük bir korudaydım. Bir otlakta ya da… Nerede olduğumun ne önemi vardı ki. Sadece buradaydım ve az önce kafamda, ağzında peynir olan bir karga vardı. “Kimse vaaaar mıııı?” diye bağırdım bir kez daha. Kimse duymuyor olacaktı ki beklentim karşılıksız kalıyordu. Belki de duyacak kimse yoktu. Herkes gitmişti. Belki de herkes diye bir şey yoktu. Hiç olmamıştı. Burada ne işim vardı? Bir de kim olduğumu hatırlasaydım…
Birden cebimdeki bir parça kâğıda ve bir kaleme dikkat ettim. Tükenmez bir kalemdi. Gittikçe tükenen halimle dalga geçiyor gibiydi bu tükenmez kalem. Kâğıdı elime alıp bir şeyler yazmaya karar verdim. Ne yazacağımı bilmiyordum. İçimden geleni yazmalıydım belki de. Gayriihtiyarî “su” yazdım. Çok susamıştım. Ondan olacak aklıma ilk bu gelmişti. Su üzerine başka bir şey yazmak için yeniden kâğıda davrandığım anda kafamda bir iki damla ıslaklık hissettim. Birden gökyüzünü yağmur bulutları kaplamıştı. Yağmur yağıyordu… Yağmur… Yağmur! Su… Su! Birilerinin benimle alay ediyor olma olasılığını düşündüm. Hayır, bunu düşünecek durumda değildim. Kafamı kaldırdım. Ağzımı açtım, dilim, damağım ıslanmaya başladı. Bütün bu umutsuz duruma rağmen garip bir huzur kaplamıştı içimi. İnsanın birincil ihtiyaçları karşılanmadığı ölçüde sonrakileri düşünmeye gücü dahi yetmiyordu. Bunu, yağmur damlaları ağzıma düştükçe daha iyi anlıyordum. Susuzluğumu tam anlamıyla gideremesem de bir şekilde ıslanmış olan ağzım beni mutlu etmişti kısa süreliğine. Kim olduğumu önemsememeye başladım.
Birden aklıma bütün bunların bir kurgu olduğu geldi. Evet, belki de öyleydi. “Su” yazdığımda “su” gelmişti. Başka bir şey yazarsam da başka bir şeyle karşılaşabilirdim. Bunu da kurgulayan birisi olamaz mıydı? Benim tanrım kimdi? Bunu bilmiyordum. Ama şu anda benden daha iyi bir konumda olduğunu düşünüyor olmam benim suçum değildi. Beni kıstırdığı bu kafesten bir an önce kurtarması gerekiyordu. Bütün bunları nereden biliyordu? Neden beni seçmişti? Belki de sadece “birisini” seçmesi gerekiyordu ve seçti. Seçtiği kişinin ben olup olmadığımı bile bilmiyordu. İsmim neydi? Neden hatırlamıyordum? İsim… Bana bir isim vermiş miydi? Hayır! Bana bir isim bile vermemişti. Neye benziyordum? Kime benziyordum? Kafama konanın karga olduğunu, arkamdakinin çınar ağacı olduğunu, içine battığım bu bok kuyusunun bir bataklık olduğunu nereden biliyordum? Bunları ne zaman öğrenmiştim? Bunları bana ne zaman öğretmişti? Düşündüğümden daha akıllıydı sanırım. “Neden?” diye sormamdan belli ki ben onun kadar bilmiyordum. O benden daha çok biliyordu çünkü beni biliyordu. Korktuğum şey şayet gerçekse, beni bilmekle kalmıyor şu anda beni yazıyordu da. Tıpkı benim de bunu denediğim gibi. Bilmeden de olsa fark etmem gibi. Ama ya öyle değilse, ya birisi yoksa… Ya sadece ben yön veriyorsam kendime… Ya yönümü dahi bilmeden ilerliyorsam bu çaresiz çamur parçasının içinde… Bir sürü olasılık vardı ve benim tek yaptığım bunları değerlendirmekti. Düşünmemeye çalışıyordum ama yapamıyordum. İyiden iyiye çamura batıyordum. Bunları düşüneceğime bir iki şey daha yazsam belki bu durumun gidişatını değiştirebilirdim ama düşünmekten yazmaya fırsat bulamamış, belki de paniklemiştim. Boğazıma kadar yükselmişti çamur. Bir şeyler yapmam gerekliydi. Bir süre sonra burnum ve ağzım da çamura batacak ve nefes alamayacak duruma gelecektim. Hala şansım varken bir kez daha bağırdım: “Yardıııım ediiiiiin! Birisi yardım etsiiiiiin!” Karganın peyniri aldığı yerden birilerinin gelmesini bekliyordum ama nafileydi. Göz göre göre öldürecekti beni. Kim olduğunu biliyordum. Artık emindim. Yazıyordu. Durmadan yazıyordu. Ve buradan kurtulmam için en ufak bir yardımı bile yoktu.
Tükenmez kaleme davrandım. Artık farklı bir işe yarayacaktı. Öyle olmasını istiyordum. Kalemin kapağını açıp içini boşalttım. İki ucu açık bir kamış halini almıştı. Ağzım yavaş yavaş çamura batıyordu. İnsan, ki insan olduğumu sanıyordum neye benzediği bilmesem de, nasıl oluyordu da bu kadar aciz kalabiliyordu? Öyle isteniyordu. Öyle isteniyor olsa gerekti. Şimdi burnum da çamura batmak üzereydi. Kalemi ağzıma götürdüm. Bununla bir süre daha idare edebilirdim. Ellerimi kullanamıyordum artık. Tek umudum birazdan birinin buraya gelip beni kurtarmasıydı. Ya da birinin buraya yazılması… Çizilmesi… Gönderilmesi… Ne önemi vardı ki?
Aniden bir karga gelip kalemin, yani kamışın, ucuna kondu. Nefes alamıyordum. Az önceki karga mıydı bu bilmiyordum. Gözlerim de çamura batmaya başladığından onu tam olarak seçemiyordum. Belki de peyniri yediğim için benden intikam almaya gelmişti. Bir karga tarafından öldürülen ilk insan olmama ramak kalmıştı. Can havliyle kafamı çevirmeye çalıştım çamurun içinde. Kargayı rahatsız ve o da yerinden ayrılarak bir insan öldürme vahşetinden farkında olmadan kaçmış oldu. Bir süre daha nefes alacaktım. Bir süre yaşamaktı bu. Ama sonunda ne olacaktı? Ne kadar daha kalabilirdim böyle? Bu anlamsız ve uyumsuz çamur birikintisinde neden bulunduğumu bilemeden çekip gidecektim işte… Ne kadar uzatırsam uzatayım artık zamanımın kalmadığını biliyordum. Beni öldürmeyi kafasına koymuştu. O bunu sessizce yazarken arkasına yaslanıp rahat rahat nefes alıyor olacak ama ben burada can çekişiyor olacaktım. Evet, buraya nasıl ve neden geldiğimi bilmiyordum ama artık gitmek için iyi bir sebebim vardı. Kalemi ağzımdan bıraktım. Sessizce çamura gömülmeye devam ederken kaç saniye kadar hayatta kalabileceğimi zihnimden hesaplamaya çalışıyordum: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 13, 16, 17, 19, 21…
BBC Radyo Drama'dan Donald McWhinnie'ye 6 Nisan 1960'ta yazdığı mektupta Beckett, bu garip metnin "karanlıkta çamurun içinde hızlı hızlı nefes alarak yatmakta olan bir adamın, içinde belli belirsiz duyduğu bir ses tarafından anlatılan kendi hayat hikâyesini mırıldanarak tekrarlaması" ile ortaya çıktığını söyler, "adamın nefes alıp verirken çıkardığı ses, içinden gelen fısıltıyı bastırır, ancak nefes alıp verişi biraz yatıştığı zaman kendisine anlatılmakta olanların bir kısmını duyabilir ve bunları hemen mırıldanarak tekrarlar. İçeriden gelen ve mırıltıyla tekrarlanan sesin her yana yayılması, hızlı solumanın sona erdiği üçüncü bölümde olur. Dolayısıyla 'ben' üçüncü bölümdeki başlangıçta ortaya çıkar. ALINTI