Friday, March 31, 2017

Elias Petropoulos'un Rebetiko kitabı üzerine



Yaklaşık bir on yıl kadar önce ilgim ve sevgim dolayısıyla Elias Petropoulos'un ufak rebetiko kitabını çevirmiştim. Maddi bir beklentimin olmadığını belirtmeme rağmen, hangi yayıneviyle konuşsam, önce abartılı bir ilgi, sonrasında ise maillere cevap vermeme gibi enteresan bir davranış gördüm. Ben de madem öyle, rest çekip çeviriyi blog üzerinden tefrika halinde yayınlamaya karar verdim. O önce 'harika, muhteşem' diye gaz verip, sonra sallamayanlar telif melif diye gak guk etmeye kalkarsa da korkum yok. Zaten Petropoulos vefat etti, eşinin de bir ayağı çukurda. Kitabın ingilizceye çevirmeni Ed Emery yakın dostumdur, bir şey olursa benden yana tavır alır. Sıkıntı yok, içim rahat.
Kitabın türkçeye çevirisine dair bir önsöz yazmıştım, önce onu yayınlayayım. Sonra da bölüm bölüm kitabı tefrika edeceğim. Şöyle geriye dönüp baktığımda, önceden daha ciddi, akademikimsi yazıyormuşum onu fark ettim, şimdi iyice lakayıt ve berduş olduk. 

Türkçe çeviriye önsöz

Rebetiko esasında hiç yabancısı olmadığımız, diğer yandan ise Bülent Aksoy’un 'Music that fell into oblivion' (2005) isimli seminerinde belirttiği üzere unutulmaya yüz tutmuş Anadolu kökenli bir müzik türü ve aynı zamanda kendine özgü kurallarıyla birlikte bir yaşam biçimi. Ancak burada ne müziğin kökeninden ne de kültürel boyutlarından söz edeceğim. Bu görevi kitabın ingilizceye çevirmeni Ed Emery ve yazarı Elias Petropoulos çok daha güzel bir biçimde zaten ifade ettiler.

***
Atina'da doğup, Selanik'te büyüyen Petropoulos, anarşistliği ve din ve milliyetçilik karşıtı yazıları yüzünden hapis yatıp, sonrasında Paris'e yerleşmek zorunda kalmış. Petropoulos’un bibliyografyasına bakıldığında onun ne kadar çeşitli konular üzerine yazdığı ve gündelik hayatın detayları üzerine nasıl durmadan bir şeyler ürettiği kolaylıkla anlaşılabilir. Dünyada ilk kez yayınlanan eşcinsel argosundan, Karagöz ve yeraltı dünyasına, Yunanistan’daki mezarlara, kuş kafeslerine, türk kahvesine, balkonlara kadar ve daha bir çok konuda yazdı Petropoulos. Ve tabi, şu ana kadar rebetiko üzerine yazılmış en geniş kapsamlı kitabın da yazarı kendisi. Ömrünün büyük kısmını yeraltı dünyasının inceliklerini anlamaya adamış Petropoulos, vasiyeti gereği yakılarak, külleri bir kanalizasyona döküldü. Böylece de içinde güzeli, çirkini, iyisi, kötüsüyle her şeyi barındıran lağıma ya da yeraltı dünyasına hakiki anlamda karışmış oldu.
Eşi, Elias Petropoulos'un küllerini lağıma döküyor, (1:09'dan sonra)

Petropoulos’un yalnızca Yunanistan’da Türk Kahvesi kitabı Herkül Milas sayesinde dilimize çevrildi. Orada ve bu kitapta da açıkça görüldüğü üzere Petropoulos’un amacı her şeyin kökeninde Yunanlılık arayan akademisyenlerin, milliyetçilerin ve din adamlarının façasını, onlara inananların ise ezberini bozmaktı. Hatta Yunanistan’da Türk Kahvesi kitabının amacının açıkça kahve ve kahvehaneleri anlatmak değil, Yunanlıların ırkçılığına karşı çıkmak olduğunu belirtiyordu (1995: 85). Zaten daha kitabın giriş cümlesinden birilerini kızdırmak istediği apaçık bellidir. Şöyle başlıyor kitabına Petropoulos: “Çağdaş Yunanlılar’ın babaları sayılması gereken Türkler’in bize miras bıraktıkları bir çok iyi ve kötü şeylerin arasında kahve de yer alır; ünlü Türk kahvesi. (1995:11)”

 Petropoulos’un itirazları kahveyle sınırlı kalmıyordu. Örneğin bir kitabında, bir Türk gemisini batıran, sonradan milli kahraman ilan edilen kaptan Voçis’in esasında, Yunan değil, Yunanlılar’ın aşağı gördükleri bir Arnavut olduğunu belgeleriyle açıklıyordu. Tabi burada, merhum Hrant Dink’in, Sabiha Gökçen’in bir Ermeni kızı olduğunu yazdıktan sonra kendisine gelen tepkileri hatırlayıp üzülmemek elde değil.

***
Sözü fazla uzatmadan, çeviri konusunda bir kaç hatırlatma yapıp sıramı savacağım. Yukarıda da bahsettiğim üzere, çeviri ne yazık ki orjinal Yunanca’dan değil İngilizce’den yapıldı. Ancak hem Türkçe’de Gail Holst’un ‘Rembetika’ kitabının dışında rebetiko üzerine yayınlanmış başka bir kitap bulunmamasından ve hem de bir daha ne zaman rebetiko üzerine yeni bir kitap yayınlanacağı belli olmadığından çeviri üzerine hassasiyet göstermeye dikkat ettim. Gerekli gördüğüm yerlerde Ed Emery’nin yardımına başvurdum. Bunun yanı sıra “·” ile belirtilen dipnotlarda okuyucu için daha bilgilendirici olmaya çalıştım.

Toprağı bol olsun, sevgili hocam H. Ünal Nalbantoğlu (hakkındaki yazı için buraya), çevirinin hem zorunlu bir ihanet hem de dostluk kurmak olduğunu söylerdi. Sorumlulukla yürütülen bir edebiyat çevirisinin bilişsel değerlere sahip olmasının yanı sıra ahlaki değer yüklü bir adabının olduğuna inanırdı. Bunu değerlendirmek de öncelikle siz okuyucunun görevidir. Bol keyifli okumalar.

Not: Petropoulos hakkındaki harika belgeseli buradan izleyebilirsiniz. 
Buyur buradan yak!

http://www.cukurcumatimes.com/2014/05/elias-petropoulosun-rebetiko-kitab.html

Sunday, November 13, 2016

Doğada Yardımlaşma Rekabetten Daha mı Üstün?




Evrimin bir faktörü olarak türler arasında karşılıklı yardımlaşmayı esas alan Pyotr Kropotkin 1902 yılında yazdığı kitabında birçok tür hakkında ayrıntılı gözlem ve incelemelere yer vermiştir.
“Aynı yuvaya ya da aynı yuvalar kolonisine ait iki karınca birbirlerine yaklaşır, antenleriyle birkaç saniye birbirlerine selam verirler ve “eğer bir tanesi aç ya da susuz ise ve özellikle diğerinin kursağı doluysa hemen yiyecek ister.” Kendisinden böyle bir ricada bulunulan birey bunu asla reddetmez; alt çenesini ayırır, uygun bir konum alır ve aç karıncanın yemesi için bir damla şeffaf sıvıyı midesinden ağzına getirir… Eğer kursağı dolu olan bir karınca bir yoldaşını beslemeyi reddedecek kadar bencillik ederse ona bir düşman ya da daha kötü bir şey gibi davranılır… Ve eğer bir karınca düşman bir türe ait bir karıncayı beslemeyi reddetmemişse o karıncanın akrabaları tarafından bir dost olarak görülür.”
Evrimin bir faktörü olarak türler arasında karşılıklı yardımlaşmayı esas alan Pyotr Kropotkin 1902 yılında yazdığı kitabında birçok tür hakkında ayrıntılı gözlem ve incelemelere yer vermiştir. Kropotkin kitaptaki örneklerde türlerin evriminde mücadelenin rolünü reddetmemiş, fakat türlerin evrimi için karşılıklı yardımlaşmanın, rekabetten çok daha önemli ve geçerli olduğunu vurgulamıştı.

İngiltere’de sürgündeyken kaleme aldığı Karşılıklı Yardımlaşma ilk kez Londra’da basıldığında, Darwin’in Türlerin Kökeni Üzerine çalışması, Avrupa’da karşılık bulmaya başlamış, doğal seleksiyon ya da yaşam mücadelesine ilişkin fikirleri Darwin’in bazı yorumcuları tarafından özellikle yükseltilen söylemler halini almıştı. Kropotkin, bu yorumculardan biri olan Thomas Huxley’in “Bir Doğa Yasası ve Var olma Mücadelesi” makalesine bir karşılık olarak bu araştırmayı kaleme almıştır. 7 yıl süren araştırmasında Kropotkin doğada birçok tür arasındaki ilişkileri incelemiş, birçok zoolog ve antropoloğun çalışmalarını araştırmış ve karşılıklı yardımlaşmayı örneklendirerek, canlılar arasındaki ekolojik ve kolektif uyumu anlatmıştır.
Kropotkin’e göre bireyin güçlü olmasından ziyade topluluk içindeki dayanışma ilişkilerinin güçlü olmasıydı esas olan. Evrimin Bir Faktörü Olarak Karşılıklı Yardımlaşma adlı çalışmasında, bencillik ve rekabetin karşısına koyduğu dayanışma gerçeğini, hayvanlar arası ilişkilerden ilkel topluluklara, Ortaçağ şehirlerinden lonca örgütlenmelerine kadar götürerek temellendirmiştir.
Günümüz kapitalizminde tek kişilik hayatlarına sıkıştırılan bireyler Kropotkin’in tarif ettiği kardeşliği yaşamaktan uzaklaştırılmıştır. Tam da bu noktada geçmişteki ve doğadaki örneklerden yola çıkarak, Kropotkin, “insan insanın kurdudur” diyerek kendi meşruluğunu sağlayan kapitalizm üzerindeki perdeyi kaldırır ve bize unutturulmaya çalışılan paylaşma ve dayanışmanın yaşamın özünde olduğunu ve ezenler karşısında ezilenlerin hayatta kalmak için dayanışmasının yaşamsal bir ihtiyaç olduğunu açıklar.


Kitapta geçen Güneybatı Afrika kabilelerinden biri olan Hotantolara ilişkin verilen örneklerden bir tanesi hayli çarpıcıdır. “…Eğer bir Hotanto’ya bir şey verilirse onu hemen orada bulunan herkesle bölüşür… Tek başına yiyemez ve ne kadar aç olursa olsun yiyeceğini paylaşmak için oradan geçenleri çağırır.”
Bu örnek, kendi hayatlarında sıkıştırılmış, bencilleştirilmiş, tek başına çalışan, tek başına yemek yiyen, tek başına sevin(emey)en ve tek kişilik “bağımsız” hayatlarında gün geçtikçe yalnızlaşıp tutsaklaşan, kapitalizm içindeki insan için oldukça yabancı görünse de, aslında Kropotkin bizden bahsetmektedir. Bu yüzdendir ki, geçtiğimiz aylarda Taksim’de de gördüğümüz gibi insanlar kapitalizmin dayattığı bencillik algısını bir kenara atıp, refleksif olarak paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örmekteler hayatlarını.
Karşılıklı Yardımlaşma, bize unutturulmaya çalışan bizi hatırlatmasıyla, yazıldıktan bir asır sonra da hala güncelliğini koruyan bir kitap.
Bu yazı ilk olarak Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında (8 Eylül 2013)
“Doğanın Kolektif Ekolojik Uyumu : Karşılıklı Yardımlaşma” başlığıyla yayımlanmıştır.
Dünyalılar (www.dunyalilar.org)

Wednesday, November 9, 2016

Cehaletin İktidarı “Vasatın İktidarı”



Birkaç sene önce “Vasatın İktidarı” diye bir yazı yazmıştım. Özetle internet nedeniyle sanatta çöküşü, vasat eserlerin ön plana çıkmasını anlatıyordum. O yazıyı kaybettim. Yeniden yazayım istiyordum ama baktım ki vasatın iktidarı dönemi de bitmiş, “cehaletin iktidarını” yazmanın vakti gelmiş. Okuma yazma bilenlerin öldürüleceği günlere “henüz” gelmedik ama tarihte bu görülmemiş değil. Çok eski değil, 20. yüzyılda Kızıl Kmerler bunu yapmıştı mesela.

Baskıcı ve hırsız iktidarlar için cahil kitlelerin faydası saymakla bitmez. Özellikle cahil, eğitimsiz, zeki olmayan bir diktatör eğitimli, düşünen insanları hem kıskanır, hem tehdit olarak görür. Tarihsel örneklere geçmeden önce edebiyattaki örneklerini anlatayım…

Zor Şey Tanrı Olmak
Rus bilimkurgu yazarları Arkadi ve Boris Ştrugatski kardeşler, özellikle “Piknik na obichine”(Türkiye’de “Uzayda Piknik” adıyla yayınlandı. Tarkovsky’nin Stalker filmi bu eserden uyarlanmıştır) ile ünlüdürler. “Trudno Byt Bogom” (Zor Şey Tanrı Olmak) kitaplarında ise aydınların, yazarların öldürüldüğü bir uygarlık anlatılır. Kitabın kahramanı başka bir dünyaya gönderilen bir bilim insanıdır. Sadece gözlem yapmalıdır. Ama gözlem yapmak üzere gönderildiği uygarlık yazarların öldürüldüğü, kitapların yasaklandığı bir hale gelince zor duruma düşer.
Bindokuzyüzseksendört
George Orwell’ın 1984 adlı romanı, kahramanın bir deftere yazı yazmasıyla başlar. Bu ölümcül bir suçtur. Baskıcı iktidarın amaçlarından biri yayınladığı sözlüklerle “kelimeleri” yok etmektir. Çünkü kelime yok edilirse, onu düşünmek de mümkün olmayacaktır. Örneğin “özgürlük”…
Fahrenheit 451
Ray Bradbury’nin bu muhteşem eserinde, itfaiyenin görevi yangın söndürmek değil, kitap yakmaktır. Kitap okumak, bulundurmak ölümcül bir suçtur. İnsanların pembe dizi izlemesi teşvik edilir.
Gulag Takım Adaları
Alexandr Soljenitsin’in eserinde Stalin döneminde aydınların yaşadıkları anlatılır.
Gülün Adı
Umberto Eco’nun Ortaçağ’da geçen kitabında kahramanımız bir manastırda gerçekleşen ölümleri inceleyen bir papazdır. Ölümlerin nedeni zehirlenmedir. Katil yasak kitapların sayfasına zehir sürerek, okuyanların ölmesini sağlar.

Bu tür eserlerin çoğunun bilimkurgu olmasının nedeni iktidar ve dönem eleştirisi yapmalarıdır. Sovyetler Birliği’nde yazarlar ve kitaplar sıkı denetim ve sansür altındaydı. Bilimkurgu türünde yazınca sistemi eleştirmek mümkündü. Bu nedenle Rus bilimkurgusu gelişti. Ray Bradbury ise ABD’de McCharty’nin Cadı Avı dönemini eleştiriyordu. Komünist olmakla suçlanan senarist, yazar ve akademisyen yargılanıyor, iş bulamaması sağlanıyordu.

21. yüzyılda bize garip gelse de tarihte bir iktidar seçeneği olarak, kitleleri cahil tutma isteği sanıldığından çok görülmüştür. Yazarlar, şairler, kütüphaneler, kitaplar hep hedef olmuştur. Meşhur İskenderiye Kütüphanesi üç kez yandı: Sezar’ın Mısır seferinde, Hrıstiyanlar ve Hz. Ömer dönemi Araplar tarafından. Doğu Roma, İmparator Konstantin döneminde Hrıstiyanlığı seçtikten sonra kilise giderek güçlendi. Hrıstiyanlar bir yandan kendi aralarında güç mücadelesi içindeyken, bir yandan da pagan inançlara karşı insafsız bir savaş sürdürüyorlardı. O dönem Anadolu’da bazı kentler halkıyla birlikte, ya hakim olan inanca aykırı Hrıstiyan inancı, ya da pagan oldukları nedeniyle yok edildi. Türklerin Anadolu’ya geldiğinde nüfusun az olmasının sebeplerinden biri budur.

Ortaçağ bilgiye, kitaplara sistemli savaş sürdürülen en belirgin dönemdi. Kilisenin görüşlerine aykırı her kitap ve görüş yok ediliyordu. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanında bu dönem anlatılıyor. Eski Yunan medeniyeti düşünürlerinin kitapları Doğu’da ve Endülüs Emevi devletinde korundu. Yoksa bugün bu kitaplar olmayacaktı. Gerçi Hz. Muhammed kendisini ve İslam’ı eleştiren birkaç şaire suikastçı göndermiştir ama İslam’ın kendi Ortaçağ’ı daha sonra, özellikle İmam Gazali ile başlar. İmam Gazali felsefeye düşmandı, “Matematik şeytan işidir” gibi meşhur bir sözü var. İmam Gazali’ye göre, “Kimyai Saadet” adlı eserinde yazdığı gibi “Mutluluğun kaynağı inançtır”. Bilgi, bilim, düşünme, sorgulama zararlıdır.

Nazi iktidarı döneminde ise kendi görüşlerine aykırı fikirlere sistematik bir düşmanlık vardı. Akademisyenler kovulur, yazarlar ve gazeteciler toplama kamplarına atılır, kitap yakma şenlikleri düzenlenirdi. Kitaplardan oluşan koca piramitler ateşe verilirdi.

Stalin Sovyetler’i ondan aşağı değildi. Yazarlar Sibirya ve Gulag Takımadaları’ndaki kamplara sürülür veya kurşuna dizilirdi. Eserler ve yazarlar partiye, politikalarına hizmet etmiyorsa yasaklanırdı. Bu da belirsiz bir şeydi: bir dönem parti politikası olan, bir dönem yasaklanabiliyordu. Örneğin Hitler ile ittifak yaptığında Hitler’i eleştirenler idam edildi. Stalin iki ay önce söylediğine tamamen aykırı bir görüşe geçebiliyordu. (Tanıdık geliyor mu?) Stalin dönemini anlamak için Gulag Takımadaları ve Arthur Koestler’ın “Gün Ortasında Karanlık” kitabını okuyabilirsiniz.

20. yüzyılda görülen Kızıl Kmer terör yönetimi ise Kamboçya halkının dörtte birini katletti. Pol Pot yeni bir başlangıç için eskiye ait her şeyi yok etmeyi kafaya koymuştu. Şehirlerdeki insanlar, kırsala, ölüm tarlalarına sürüldü. Okuma yazma bilenler infaz edildi. Gözlük takan insanlar, okuma yazma bildikleri düşünüldüğü için öldürüldü.
ABD’de ise senatör Joseph McCarthy komünist ve eşcinsellere karşı cadı avı başlattı. Hollywood büyük baskı altına alındı. Senarist ve akademisyenler komünist oldukları şüphesi olduğunda bile iş bulamıyordu.
Bir diktatörün en çok korktuğu şey düşünen insanlardır. Etrafını kendisinden daha vasat, yalaka ve karakter olarak zayıf insanlardan oluşturur ki, iktidarına bir tehlike ve alternatif oluşmasın. Diktatörler çevrelerinde yolsuzluk yapan, cinsel sapkınlıkları ve tehlikeli bağımlılıkları olan insanları tutar. Diktatör bunları bilir ve kendisine tam bağlı olmaları için kullanır. Zeki, karakterli, dürüst insanlara güvenmez. Bu bir kısır döngüdür, zira çevresine topladığı yalakalar sadece onun duymak istediklerini söylediği için gerçekle bağı kesilir ve giderek daha paranoyaklaşır. Buna rağmen tarihteki diktatörlerin çoğu korktuğu düşünen insanlar veya kitleler tarafından değil, yakınındaki insanlar tarafından öldürülmüştür.

Diktatöre yakın olmak insanın kendisini güvence altına almasını sağlamaz: üç ay önce A dediğine, bir sabah kalktığında B diyebilir. Böyle durumlarda ona tapan kitlenin bir sürü gibi “A’yı savunurken”, birden hurra “A’ya düşman olup, B’yi benimsediğini” görürüz.
Bir diktatör mutlak iktidarına tehdit gördüğü her şeyi düşman belirler. İktidar yolundaki müttefik olduklarını tasfiye etmeye başlar. Hitler de iktidara gelirken, eski yol arkadaşlarının bir kısmından kurtulmuştu. (Ernst Röhm ve SA’lar.)
“Cehaletin İktidarı” kendi içinde istikrarlıdır. Cahil tabanı üzerinde mutlak hakimiyet sağlayan lider kendisini güvende görür ama ya sonuç? Cehalet ve karanlık üzerine inşa edilen iktidarlar kendi yapılarının doğal sonucu olarak yıkılır. Zira cehaletin iktidarı hakim olduğu toplum için tarihi dondurur veya karanlık çağa döndürür ama etrafındaki dünya gelişmeye devam eder. Gelişen ülkelerin veya teknolojinin onun hedef almasına bile gerek yoktur. Oluşturulan çöplük kendi kendine çürümeye devam eder veya teslim olur.

Hazırlayan: Orkun Uçar


Saturday, October 29, 2016

Nazi faşizmine karşı ve Adolf Hitler’e karşı dolaylı yoldan bir isyandır satranç.

Zweig’in Büyülü Dünyasında Parlayan Son Yıldız: Satranç

Yeryüzü en büyük satranç alanı ve tanrı en büyük oyun kurucudur. Kimileri piyon olarak yaratılmakta, kimileri şah ve kimileri de vezir olarak yaratılmaktadır. Yazgısına bir başkaldırıdır satranç. Nazi faşizmine karşı ve Adolf Hitler’e karşı dolaylı yoldan bir isyandır satranç. Nazi faşizmi döneminde, yakılan ve toplatılan kitaplar arasında Zweig’in kitapları da bulunmaktadır.

Nazi faşizmi karanlık bir dünya kurma arayışıdır, karanlıkta korkunun soğuk ve iğrenç yüzüyle daha kolay yönetilebilir kitleler ve bunun bilincinde olan liderler karanlık ve korkunun egemen olduğu bir dünya yaratırlar toplumlarına. Ve bu karanlık dünyada kitaplar, dergiler, gazeteler toplatılır; yazarlar tutuklanır yeryüzü biraz daha karartılır ve topluma tek seçenek sunulur. Kurulan sözde düzene itaat etmesi ve eleştiri yapmaması! İşte tam da bu noktada satranç bütün ezberleri bozar.

Bir uzun öykü olan ve kimi eleştirmenlerce roman olarak tanımlanan satranç: New York’tan Buenos Aires’e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır. Yolcular arasında bulunan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’e, ücret karşılığı bir parti satranç oynamayı önerir. İlk partiyi beklendiği gibi rahatlıkla şampiyon kazanır. Yine kaybedilmekte olan rövanş partisinin ortasında, oyuna Dr B. adında bir başka yolcu daha katılır.

Sayfa 33’te belirtildiği gibi Dr B. bu uzun öyküye aniden girer. “Mc Connor piyonu son kareye sürmek için elini uzatmıştı ki, birisi kolundan yakaladı, alçak sesle ve heyecanla fısıldadı. “Tanrı aşkına! Sakın ha!” “Şimdi veziri alırsanız, fili c1’e sürüp piyonunuzu kırar, siz de atınızı geri çekersiniz. Ama bu arada boştaki piyonunu d7’ye getirip kalenizi tehdit eder ve atınızla şah-mat deseniz bile kaybedersiniz ve dokuz-on hamle sonra yenilirsiniz.”

Bunun üzerine kaybedilmekte olan oyun beraberlikle sonuçlanır ve Dr.B’ye şampiyonla karşılaşması önerilir kendisine. Şampiyonla karşılaşmaya başlamadan oyunu nasıl öğrendiğini anlatır çevresindekilere.

Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odanın duvarında asılan montun cebindeki satranç kitabını çalmayı başarmıştır. Kitaptaki kaydedilmiş oyunları satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynamaya başlar. Satranç, hücrede sıkıntıdan çıldırmak üzere olan Dr. B.’nin hayatını kurtarmıştır. Ancak zamanla ölü nokta dediği kitaptaki bütün oyunları ezbere öğrendikten sonra, kitabı çalmadan önce hücredeki sıkıntıdan yıprandığı konumuna tekrar düşer.

Satranç tahtası ve taşları yoktur, ancak, önce ekmek içinden yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle belleğinde oynayarak kurumsal bir satranç ustası olup çıkar. Fakat bu tutkusu yüzünden sinir krizlerine beyin ağrılarına yakalanır. Bunun üzerine kafasında yeni partiler icat eder ve şizofrenik tarzda partileri sinir krizi geçirene dek kendi kendine karşı oynamaya başlar. Sonunda hapisten salıverilmiştir. Gemide satranç şampiyonuna karşı ilk müsabakayı kazanır. Dr. B bütün şampiyonların partilerini ezbere bildiğinden Czentovic’in oynayacağı oyunları önceden hesaplıyordur. İkinci müsabaka sırasında Czentovic, karşısındakinin zamanla huzursuzlaştığını fark edince özenle yavaş oynamaya başlar ve Dr. B yine kriz geçirince parti yarıda kalır.

Sf.23’de satrancın belki de bilinmeyen en iyi tarifi karşımıza çıkıyor: “Hem çok eski hem de yepyeni, düzeneği hem mekanik hem hayal gücüne bağlı, hem sabit geometrik bir alanla sınırlı hem de bileşenleri sınırsız, hem sürekli gelişen hem de kısır, hiçbir şeye götürmeyen bir düşünme, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıtları olmayan bir sanat, maddesi olmayan bir mimari, bununla birlikte varlığıyla bütün kitap ve yapıtlardan daha dayanıklı olduğu su götürmez, bütün halklara ve bütün zamanlara ait tek oyun.”

Dr. B sadece sorgu esnasında insan yüzü görebiliyor ve sorgu odasının önünde uzun zaman sonra görmüş olduğu tek yazılı şey bir takvim oluyor. Gözünü takvimden ayırmayıp uzun uzun takvime bakar. Hücre hapsinde okunacak kitap yada herhangi yazılı bir şey yoktur, takvimin yazılı yaprağı onun için bir umut olur adeta ve gözünü uzun süre ayıramaz ondan derken asılı bir palto ve kabarık cebi ilişir gözüne, bir kitap olacağını düşünür ve başta oldukça tedirgindir fakat insanı kemirip bitiren o merak duygusu, keşifler yaptıran o tanrısal duygu onu paltoya yanaştırır ve eliyle yoklar onu, derken kitabı bir şekilde soğuk ve ıstırap dolu yalnızlığı ile gölgelenmiş hücresine götürür ve karanlık oda bir müddet ışığa kavuşur ve umutla yüklenir. Çünkü bir kitap girmiştir artık hücreye. Hiçlik ve boşluk duygusu bir müddet uzak durur Dr. B’nin benliğinden.

Nazi faşizminin çirkin yüzünü kitabın özellikle bu kısmında bir kez daha görmekteyiz. İşkence altında iç sorgulamalar, kendinden şüphe etmeler, bilinmezlik içinde mücadele insanı bunalıma sürükler. Diğer yandan ise çarşaftan satranç altlığı, ekmek parçalarından taşlar, odanın tozundan taşlara siyah renk verme ise faşizme karşı insanlığın mücadelesini simgeler adeta. Dr. B Sf. 45’de ise “Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz” sözüyle faşizmin işkenceci yüzünü bir kez daha bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer.

Dr. B’nin işkence odasından çıktıktan sonra ilk sözleri ise oldukça manidardır. “Yeryüzünde beni sorgulamayan, bana işkence yapmayan bir insan var mı gerçekten?’’

Yaşama ve yok etme içgüdüsüyle yaşama tutunan insan, bütün tanrıların ve inançların tutsağı yeryüzünün biricik garibi insan! Bir ideoloji ve ya ortak dava uğruna gözünü karartıp varlığını ortak töz, dava uğruna yok edebilir. Vicdanî ve insanî bütün duyulardan uzaklaşıp en büyük işkencecilere ve katillere dönebilir. Kendisine dönüp ‘’neden?’’ diye sorulduğunda ise vicdanî ve insanî duyulardan uzak ideolojisi uğruna yaptığı cevabını duymak mümkündür. Dr. B, çağının insanına hayretle bakmaktadır.

Milgram’ın sosyal psikoloji deneyinde de görüldüğü gibi insanlar otorite sahibi kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle her ne kadar çelişse de itaat etme eğilimlerinin yüksek olduğu görülmektedir.

‘’İtaatin hukuksal ve felsefesel açılardan devasa önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesi’nde sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdanî duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim, ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir erk makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik çalışmamızın acilen açıklanma gerektiren en önemli bulgusudur’’ (Milgram, itaat’in tehlikeleri makalesinden…)

Milgram özelliklede Nazi döneminde katledilen yüz binlerce Yahudi ve diğer insanların fırınlarda ve gaz odalarında hiç acınılmaksızın ve insanî duygulardan uzak olarak nasıl katledilebileceğini, onları katleden insanların otoriteye itaatin ne dereceye vardığını görmek, sorgulamak için geliştirildiği düşünülebilir.

Zweig’in büyülü dünyasında parlayan ve intiharından önce yazmış olduğu son kitabı, Satranç’ı okuyan kişi, bir satranç maçının heyecanına kendine kaptırırken aynı zamanda 20. yüzyılın acımasızlığına dair bir fikir de edinebilir. Satranç yeryüzünün ezilen bütün insanlarına, zorbalığa ve faşizme karşı direnen bütün insanlara, insanî ve vicdanî duygularını, saflığını yitirmemiş insanlara sıcak bir selamdır.

Arda İcil
07.09.2016 http://kitapeki.com/

Satranç
Yazar: Stefan Zweig
Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
Baskı Yılı: 2016
Sayfa Sayısı: 71 sayfa
Yayınevi: Can Yayınları

Sunday, October 16, 2016

Beyond Civilization – Daniel Quinn

Yazan Birtakimseyler

Quinn’in önceki kitapları daha çok sorunun ne olduğunu göstermeye yönelik… Eğer önceki kitaplarını okumuşsanız birşeyler yapma gereksinimi duymuşsunuzdur. İşte bu kitap çözüm önerilerine odaklanmış. Fakat malesef henüz dilimize çevrilmedi. Aşağıda kitap hakkındaki incelemeyi elimden geldiğince Türkçeleştirmeye çalıştım:

Beyond Civilization: Humanity’s Next Great Adventure

Medeniyetin Ötesi: İnsanliğin önündeki büyük mecara

Cynthia Kaye’in kitap incelemesi:

Eğer bir grup Marslı antropologun bizim kültürümüzü incelemesi gibi bir ihtimal olsaydı, onların hakkımızdaki ilk bulguları şöyle bir şey olurdu: Bu insanlar garip bir fikre sahipler, medeniyet adını verdikleri şeyin ulaşılabilecek en son nokta, yerine daha iyisi konulamayacak bir icat oldugunu düşünüyorlar. Halbuki büyük bir çoğunluğu bu katlanılmaz hiyerarşik sistem yüzünden acı çekmekte ve sistem onları küresel bir felakete dogru sürüklemesine rağmen onlar sisteme hayattaki en güzel şeymiş gibi -bir nimetmiş gibi- sadıklar. Ve medeniyetin ötesinde daha kabul edilebilir (ve daha az yıkıcı) bir sistemin var olması onlar için neredeyse düşünülemez bir şey.

Medeniyetin ötesi adlı kitabında Daniel Quinn düşünülemez olanı düşünmeyi kendine görev edinmiş. (Daniel Quinn ödül kazanmış İsmaili, B’nin Öyküsü, Benim İsmail’im ve (Tom Whalen’la birlikte) Ölümden Sonraki Hayata Başlangiç Rehberi kitaplarının yazarı)

Hepimiz biliyoruz ki, bir bisiklet yapmanın tek bir yolu yoktur, ya da bir otomobil yapmanın ya da bir çift ayakkabı yapmanın tek bir yolu yoktur. Ancak hepimiz insanların yaşaması için uygun tek bir yol olması gerektiğine inanırız – O yol da bizim yolumuzdur şüphesiz. Nefret etsek de sadık olmalıyız, bizleri yokoluşun eşiğine getirse de onu bırakmamalıyız.

Birçok insan toplulukları da bizler gibi medeniyetler kurmuşlar, sonra da kurdukları medeniyetleri terk etmişlerdir. Quinn; Mayaları, Olmecleri, Teotihuacan’da yaşayan insanları ve diğer medeniyetleri inceleyip, sorguluyor. Bu medeniyetleri kuran halkların hepsi de tekrar geriye dönmüşler: daha önceki yaşam biçimlerine. Quinn’in hedefi bize (nasıl) (bırakıp) ilerleyerek yeni bir yaşam biçimine geçebileceğimizi göstermek. Farklılıkları bastırmayıp destekleyen bir yaşam biçimi. “Yeni Dünya Düzeni” değil de daha çok “Yeni Bireysel Düzen”. Devletin işleyişinde kanunsal değişiklikler değil de daha çok insani düzeyde çoğalan (yayılan) değişiklikler.

Quinn bir sayfalık paragraflar halinde çok kolay okunan bir format kullanarak bu yeni olasılıklar dünyasına (bölgesine) zihnimizi yönlendiriyor. Quinn bizim eski “programlarımızın” neden çalışmadığını, eski “nemelerin*” (*genlerin işlevi beden için neyse nemenin kültür içindeki işlevi de benzer bi şekilde anlatılabilir.) neden işimize yaramadığını gösteriyor. Dünyayı (İnsanlığın yurdunu) kurtarmak istiyorsak yeni bir vizyon bulmalıyız. Eski zihinler “kötü şeylerin ortaya çıkışını nasıl durdururum” diye düşünür. Yeni zihinlerse “şeyleri nasıl istediğimiz hale getirebiliriz” diye düşünürler.

Piramidin üstüne taş taşımaktan yoruldunuz mu? BIRAKIN!

Sahip olduğumuz eski nemelerden birisi şudur: “Medeniyet ne pahasına olursa olsun sürdürülmeli ve hiçbir nedenle terk edilmemelidir.” Quinn bunu şöyle açıklıyor: “insanlık tarihi alt sınıftaki insanların isyanları, devrimleri, ayaklanmaları ile doluyken, bunların hiçbiri insanların medeniyeti terketmesiyle sonuçlanmamıştır. Onlar efsunlanmış gibi hareket etmiş, etraftaki herşeyi yakıp yıkmış, ellerine geçirdikleri tüm soyluları öldürmüş, herşeyi yağmalamış, ortalığı talan etmişler “Ancak hiçbiri medeniyeti terk etmemiştir.”

Bizler Piramitleri terk eden geçmişin ilkel kültürleri gibi kolayca ormanın derinliklerine dalamıyoruz. “Bu durumda ne yapabiliriz? Buna inanin diyor Quinn, sizler taş taşımayı sevenlerin içinde olmadıkça medeniyetten daha iyi, çok daha iyi şeyler bizleri beklemekte.

“Yeni Kabile Girişimleri”

Bildiğimiz gibi Mayaların, Olmeclerin, Teotihuacan halkının, Hohokamların ve Anasazilerin yaşadıkları örneklerde olduğu gibi hepsi de farkli sosyal yaşam biçimlerini denemişler ve eski kabile yaşantılarına geri dönmüşlerdir.

Kabile yaşamı, avcılık ve toplayıcılık anlamına gelmez. Avcılık ve toplayıcılık bir yaşam biçimi, bir meslek, yaşamak için bir kazanç sağlama yoludur. Bir kabile ise bir meslek değil topluluğun yaşamını sürdürmesine olanak sağlayan bir organizasyondur.

Kabileyi anlatırken Quinn çingeneleri, birlikte yaşayan sirk ve tiyatro topluluklarını inceliyor. Ayrıca geçmişte eşi ve diğer iki üyesiyle birlikte oluşturdukları “kabileyle” yaşadıkları gazetecilik deneyimlerini anlatıyor. Bugün bir yazar ve yayımcı olarak samimice şöyle diyor: “Bankada bir milyon dolarım olsa yine yazarlık yapardım.” Yaptığı çalışmaları “yaşadıkları hayattan keyif almayan, piramitlere keyif aldıkları için değil sadece geçimlerini sağlayabilecek başka bir yolları olmadığı için zorlanarak taş taşıyan milyonlarca insana bir çıkış (kaçış) yolu açmaya çalışmak” olarak görüyor. Eğer biz medeniyet denen şeyin, hiyerarşik düzenin ötesine geçebilirsek onların bir nefes almalarını sağlamış oluruz.

Genelde insanlar bana gelecekle ilgili sorular sorduklarında onlar, “insanların yokolmaktan kurtulmak adına sahip olduğumuz bu harika şeyleri bırakmaya istekli olacaklarına inanıp inanmadığımı” soruyorlar. İsmail isimli romanımda anlattığım gibi “yaşanacak başka bir hikaye”den bahsettiğimde, dünyaya karşı işlediğimiz çevre suçlarımızdan doğan pişmanlığımızın sonucunda kabullendiğimiz, gönüllü yoksullugun yaşandığı acıklı yarım bir hayattan bahsettiğimi hayal ediyorlar sanki. Onlar sürdürülebilir bir yaşamın birşeylerden vazgeçmek anlamına geldiğinden eminler. Ama sürdürülemez bir yaşamın da aynı şekilde birşeylerden hem de güvenlik, umut, neşeli olmak ve endişe, kuşku, suçluluk duygularından uzakta olmak gibi çok değerli şeylerden vazgeçmek anlamına geldiğini farkedemiyorlar.

Şüpheniz olduğunda bir sirk düşünün, insanlar birşeylerden vazgeçmek için kaçıp bir sirke katılmazlar. Onlar sirke bir şeyler elde edebilmek için katılırlar. – The Incremental Revolution – Çoğalan (yayılan) Devrim Quinn ayaklanma çıkarmadan bir devrim yaratmayı önerir. Küçük artışlarla bu devrim halihazırda zaten oluyor. Sadece 10 kişi bile medeniyetin ötesine geçse, duvarı aşsa ve kendileri için yeni bir yaşam biçimi kursa, onlar ilk günden itibaren zaten farklı bir anlayışla yaşamaya başlamış olacaklar. Onların bir organizasyona, siyasal partiye ya da harekete ihtaçları yok zaten. Onların yeni kanunlara ya da izinlere ya da bir anayasaya ihtiyaçları yok. Yine de komşuların olumsuz tepkilerine hazırlıklı olmakta yarar var.

Yeni kabilesel devrim kültürümüzün yarattığı hapishaneden kaçmak için bir yol sunar. Quinn hapishanenin duvarlarının ekonomi ile ilişkili olduğunu söyler. Quinn’in kabileler, evsiz insanlar, eğitim ve çocuklar üzerine söyleceği daha çok şey var. Bu vizyon bağımsız bir komün kurmak anlamına gelmez. Eğer bir dağın zirvesinde ya da terkedilmiş bir adada yaşayarak özgür olabiliyorsanız, bu özgür olmak değildir. Medeniyetin ötesi bir dağın zirvesi ya da uzaktaki ıssız bir ada değildir. O yeni zihinlere sahip insanların oluşturduğu kültürel bir alandır.

Daniel Quinn Medeniyetin Ötesi kitabının sonunda şöyle der: Bu sadece bir başlangıç. Ve ekler: “Bütün cevaplara sahip olmanız gerekmez. Kendinizi kandırıp sıcak suya girmektense “cevabı bilmiyorum” demek daha iyidir.”

“İnsanların kendi sorularının cevaplarını kendilerinin keşfetmelerini sağlayın. Onların sorunlarını çözme sorumluluğunu üzerinize almayın. Anlamadığınız sorulara cevap vermeye çalışmayın. Soruyu açıklamalarını sağlayın, soru apaçık hale gelene kadar ısrarcı olun ve % 90 cevapları kendileri bulacaklar.

“İnsanlar sadece hazır olduklarında dinlerler, daha önce değil. Muhtemelen bir süre önce siz de dinlemeye hazır değildiniz. Bırakın insanlar doğru zamanı kendileri belirlesin. Azarlamak ya da zorlamak onları yalnızca uzaklaştırır.” “Kavga etmek isteyenlerle zaman kaybetmeyin. Onlar sizi sonsuza dek hareketsiz kılar. Yeni bir şeylere açık olan insanları arayın.”

Wednesday, September 28, 2016

Dağın Kadın Hali: “Kendini, Özünü Bulan” Kadın Gerillalar Arzu Demir

Dağın Kadın Hali: “Kendini, Özünü Bulan” Kadın Gerillalar

Arzu Demir "Dağın Kadın Hali"nde duyulması, görülmesi, hissedilmesi “makbul ve makul” karşılanmayanların sesine vasıta oluyor. Dağda mücadele yürüten kadın gerillalar Demir’in kaleminden Türkiyeli okurlarla buluşuyor.

ETHA editörü ve ANF muhabiri Arzu Demir'in 11 kadın gerillayla yaptığı söyleşilerden oluşan “Dağın Kadın Hali” kitabı Ceylan Yayınları’ndan çıktı. “Savaşta Barışta Özgürlükte Aşkta” üst başlığını taşıyan kitap, Demir’in 2013 yılının Aralık ayında Medya Savunma Alanları’ndaki görüşmelerinden oluşuyor.
Demir, kendi ifadeleriyle “hayatın onu hiç karşılaştırmadığı ama hep yan yana yürüttüğü” kadınların hayatlarını, düşlerini, gerillaya katılım süreçlerini, örgütlenme içinde kadın olmaktan ötürü yaşadıkları sorunları, bastırılan, yok edilen kadınlıklarını dağda, gerilla faaliyetinde nasıl yeniden keşfettiklerini sade, yalın, kendi duygularını da katarak ama esas hikayenin kendisininki olmadığını vurgulayarak aktarıyor.
KCK Basın” adı verilen operasyonda gözaltına alınan, gazetecilik faaliyetleri durdurulmak istenen, özgür basın geleneğinin çeşitli alanlarında yıllarca hakikatin peşine düşen Demir’in bu ikinci kitabı. İlk kitabı “Medreseden 5 No’luya Nuri Yoldaş” ile Diyarbakır Zindanı’nda tutulan komünist Nuri Duruk ve onun ailesinin hikayesini anlatıyordu. Demir ikinci kitabında da duyulması, görülmesi, hissedilmesi “makbul ve makul” karşılanmayanların sesine vasıta oluyor. Dağda mücadele yürüten kadın gerillalar Demir’in kaleminden Türkiyeli okurlarla buluşuyor.
Demir, Dağın Kadın Hali’nde görüştüğü kadınların hikayelerini portre şeklinde anlatmayı tercih etmiş. Aynı anlamı taşıyormuşçasına, yanlış bir şekilde birbirinin muadili olarak kullanılan röportaj ve söyleşi geleneğimizin ölmeye yüz tuttuğu ya da ses kaydının çözülerek soru ve cevapların yayınlanmasından ibaret sayıldığı günümüzde Demir’in çabası “eski moda gazetecilik”in unutulan hünerlerine bir gönderme olarak okunabilir. Demir, kolaycılığa ve “zamanın ruhu”na kapılmayı reddederek; her bir görüşmenin kendinde bıraktığı izleri, kendi hayatıyla, kendi kadınlığı, devrimciliği ile görüştüğü on bir kadın gerillanın hayatı arasındaki ilişkileri de ustalıkla anlatmayı tercih etmiş. Böylelikle biz okurlar için de, Demir vasıtasıyla dile gelen kadınlar bir ses kayıt cihazının metalik sesinden ziyade kanlı canlı, yaşayan, sevinen, ağlayan insanlara dönüşüyor. Her bir kadının hikayesi okuyucuyu derinden sarsıyor. Dağ başları ile ovalar ve kentler arasında olduğunu varsaydığımız görünmez duvarlar yıkılıyor. Yıllardır “terörist, cani, vahşi” olarak kodlanan kadın gerillaların hayatlarının bizim korunaklı hayatlarımızdan çok da farklı olmadığını görüyoruz.
Demir’in kitabı bir yanıyla “insan olmaktan çıkarılan”, insan ait olduğunu varsaydığımız vasıfları yokmuş gibi lanse edilen kadınların, hakikat peşindeki insanlar olduğunu ortaya koyarken; diğer yandan kadın gerillaların bu hakikat uğruna kendilerinde ve çevrelerinde yarattıkları devrimi de görünür kılıyor. PKK içerisinde doçkayı ilk kullanan kadın gerilla Menal Bagok’un, “PKK ortamı aynı zamanda bir ameliyat ortamıdır. 24 yıldır buradayım. Ama hâlâ kendimi ele aldığımda sistemin izlerini görebiliyorum. Sistemden kopmak basit bir şey değil. ‘Sistemi bıraktım, yeni bir kişilik yaratıyorum’ demekle olmuyor. Bu mücadeleyi buralarda da sürekli yürütmen gerek. 24 saat bunun üzerine, ekmek ve su kadar ihtiyaç duyup durmak gerekiyor. ‘Ben bitirdim’ demekle olmuyor” sözleri bu devrimin en somut hâli denebilir. Kadın gerillaların hepsinin anlatımında bu sürekli sorgulama, her an değişme ihtimaline açık olma, ‘sistemden kopuşu’ sürekli kılma arzusu öne çıkıyor. Demir’in görüştüğü her kadın gerilla bu değişim, dönüşüm ve daha iyisini inşa etme düşüyle dolu. Dağın kadın halinde temel belirleyen bu sürekli sorgulama hâli…
Demir’in görüştüğü bir diğer gerilla Mizgîn Agirî de dağda olmanın kendisini nasıl özgürleştirdiğini anlatıyor. Sohbetleri dağda yetişen bitkilerin faydalarıyla başlıyor. Agirî Demir’e kaynatıp içmesi için “hîra çiçeği” getiriyor. İltihabı gidereceğini söylüyor. Bir demet de papatya. Kent yaşamının kendimize yabancılaştırdığı, doğadan uzaklaştırdığı bir de üzerine “moda” diye kendi özünü arama arayışı dayattığı zamanımızda; Agirî’nin anlatılarını okumak ister istemez bir özenme duygusu yaratıyor. Bir yandan da muzur bir düşünceye kapılıyorum. Acaba Cihangir’in, Nişantaşı’nın “doğal yaşam”, “organik meyve sebze” meraklısı cici bey ve hanımları Agirî ile tanışsa ne hissederdi?
Diğer bütün kadınların hikayelerinden etkilensem de, Demir’in anlatımıyla Agirî dağın vücut bulmuş hali gibi geliyor bana. Bir yanda biksi kullanan bir savaşçı kadın; aynı bedende bin yılların otacı kadın geleneğini yaşatabiliyor. Birbiriyle uyum içerisinde bir devrim sürekli ama sürekli kendini gerçekleştiriyor. Kadınlığın saklanan hünerleri Agirî de birleşiyor. Tek farkla; artık o hünerler çok daha gelişkin ve kendine güvenen ellerden insanlığa akıyor: “Dağlarda daha güçlendim, kendime güvenim arttı, düşünsel anlamda genişledim. Kadın olarak kendimi daha doğru tanımlıyorum. Kendimi tanıdım. Zayıf yönlerimi, güçlü yönlerimi ve güçlenmem gereken yönlerimi gördüm. Anlam arayışım güçlendi dağlarda.”
Gerilla olmak hayatın ve ölümün en keskin hakikatlerinin tam orta yerinde, arafta dans etmek gibi geliyor bana Demir’in yazdıklarını okudukça. Öyle bir dans ki, pervane gibi dönerek ateşe, hakikate ulaşma çabası. Yaklaştıkça yanmak ve arafın öte yanına, ölüme bir adım daha yakın olmak… Demir’in görüştüğü kadınlardan bir diğeri Deniz Amed, “Bir kadın olarak özgürlüğümü arıyorum” diyor. Amed, tarih boyunca katliamlara uğrayan, çok yakın zamanda da Şengal’de IŞİD saldırılarına maruz kalan Ezidî halkından. Kadim bir halkın çok genç bir evladının ağzından ölüme dair şu bilgece sözler dökülüyor usulca: “Ölümün ne zaman, nereden geleceği belli değil. Bir gerilla için hiç belli değil. Çünkü sürekli savaş ortamındasın. Ama buralarda ölümü hiç düşünmüyorum. Ne ölümden korkuyorum ne de ölümü düşünüyorum. Ama bir gün önüme çıkacağını da biliyorum…”
Demir’in kitabına başlarken birçokları gibi benim de en merak ettiğim mesele erkek egemenliğine karşı kadınların mücadelesi oluyor. Bir yandan özgürlük için erkek yoldaşlarıyla omuz omuza direnen kadınlar; erkek yoldaşlarının erkiyle nasıl mücadele ediyor? Kitap bu soruya öyle bir yanıt veriyor ki; birçok ezberimizi yeniden sorgulamak durumunda kalıyoruz.
Evet, ataerki her yerde olduğu gibi dağlarda da. Evet, kadınlar aynı zamanda başka bir mücadele yürütmek durumunda. Kadın ordusu kurulduğunda, “kıyametler de kopuyor”, kadınlar karar alma süreçlerinden dışlanıyor. Ama dağda bir fark var. O da kadınların anlatımında kendisini ele veriyor. Menal Bagok, “Erkekler istemese de kabul etmek zorunda kaldı” diyor. 2013 senesinde dağda 23. yılını deviren Roza Pınar ekliyor: “Kendime ait olmayı bu dağlarda öğrendim.”
Erkek egemenliği konusunda kadın gerillaların ifadeleri alışık olmadığımız türden bir gücü taşıyor. Kadınlar, mağdurun dilinden sıyrılıyor. Özne olarak, tüm yalınlığıyla her şeyi anlatıyor Demir’e. Bizim pek de alışık olmadığımız bir özgüven ve özne olma bilinciyle. Benim anladığım kadarıyla, kadın gerillalar erkeklerin hakimiyetine ilişkin söylenmek ve sızlanmak yerine harekete geçmiş. Doğrudan eylemle hayatı dönüştürüyorlar. Cümleleri yaşadıkları sıkıntılar, baskılar, şiddetle örülü değil. Cümleleri bütün bunlara inat yaşama, meydan okumayla örülü. Olumsuzluklara vurgu yapmayı, mütemadiyen “Unutmayacağız” demeyi siyaset sanan bizler için ilham olacak nitelikte kurucu bir kadın politikası ve eylemine işaret ediyor kadın gerillalar…
Kitabı okurken aklımın gerisinde bir başka soru oyalıyor beni. Her ne kadar son günlerde iyice “moda “ olan kadın gördüğümüz her yer bir ek cümle mahiyetinde LGBT eklemeyi eleştirsem de; düşünmeden duramıyorum. Acaba varlıkları her zaman şüpheyle karşılanan LGBT gerillaların hikayesi de bir gün yazılacak mı? Kadınların dağda on yılları bulan özneleşme mücadelesinin yankısı; çeşitli cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden insanların hikayelerinin görünür kılınmasında, “marjinallik” duvarlarına hapsedilmeye çalışılan LGBT hakikatinin ovalardan dağlara; köylerden kentlere her yerde kendisini etmesine ışık tutacak mı?
On yılları aşan bir özgürlük mücadelesinin her dönemine tanık ve her döneminin ama öyle ama böyle öznesi kadınlardan öğrenecek çok şeyimiz var. Demir bu kadınlardan 11 tanesini bizlere ulaştırıyor. Öğretmeye alışık bizler için zor bir sınav koyuyor önümüze. Bu sınava girmeye hevesli olanlarımız için ise; dağda savaşan 11 kadın gerillanın hikayesinden çok daha fazlası bizleri bekliyor. O hikayelerde kendi hayatlarımız da saklı, eğer görmek istersek… (YT/ÇT)
Yıldız Tar
Ailesinin ve toplumun ona verdiği isim ve cinsiyeti reddettiğini ilan ettiği 2010 senesinde Boğaziçi Üniversitesi'nde doğdu. Özgür Radyo'da "Gökkuşağı Sohbetleri" isimli bir LGBT tartışma programının da sunuculuğunu yaptı. Etkin Haber Ajansı’nda (ETHA) muhabirlik yaptı. Ceylan Yayınları’ndan çıkan "Yoldaş Ben İbneyim: Solun LGBT ile İmtihanı" kitabının yazarı. Kaos GL ve Pembe Hayat'ın çıkardığı "Dönmelere Doyamadık", "Medyada LGBTİ'lere Yönelik Nefret Söylemi" ve Kaos GL'nin "Çalışma Hayatında Ayrımcılık" kitaplarını yayına hazırladı. Şu anda KaosGL.org haber sitesinde editörlük yapıyor.


Saturday, September 10, 2016

PROMETHEUS CEHENNEMDE | Albert CAMUS

William Blake: Image of Firefighters

Karşı koyanı olmadıkça Tanrının bir yanı eksik geliyor bana (Prometheus Kafkasya’da) Lukianos.

Bugünün insanı için Prometheus nedir?
Gerçi, Tanrılara kafa tutan bu adam çağdaş insanın örneği sayılabilir. Binlerce yıl önceki bu kafatutma bugün tarihin eşsiz bir sarsıntısı ile sona eriyor da diyebiliriz. Ama, bir yandan da, öyle geliyor ki, bu ezilmiş insan bizim aramızda da ezile gitmekte; dünyaya saldığı çığlığa, insan başkaldırısının büyük çığlığına hâlâ sağırız hepimiz.
Gerçekten bugünün inşam sayısız yığınlar halinde bu daracık yeryüzünde çile dolduruyor. Ateşten, yiyecekten yoksun bu insan için özgürlük hiç de acelesi olmayan bir lükstür. Çok daha çekecekleri var insanların; özgürlük ve onun son tanıkları da azalacak gittikçe. Prometheus insanlara ateşi ve özgürlüğü, teknikleri ve sanatları bir arada verecek kadar onları seven bir kahramandı. Bugünkü insanlıksa, yalnız tekniğe gereksinim duyuyor, yalnız onun kaygısında. Başkaldırmasını makineleri içinden yapıyor. Sanatı ve ona bağlı her şeyi bir engel, bir kölelik belirtisi sayıyor. Prometheus’un özelliği, tam tersine, makineyi sanattan ayırması-dır. Onca, bedenler ve ruhlar bir arada özgürlüğe kavuşabilirler. Bugünün insanı, önce bedenin kurtulması gerektiğini sanıyor. Bu uğurda ruhun bir süre için ölmesine bile razı oluyor. Ama, ruh bir süre için ölebilir mi? Doğrusunu isterseniz, Prometheus yemden gelecek olsa, bugünün insanları ona Tanrıların yaptığını yapardı. İlk simgesi olduğu insanlık adına onu kayaya çivilerlerdi. Bu yenilmiş insana küfür edecek düşman sesleri, Aiskhylos’un tragedyasının eşiğinde çınlayan seslerin aynı olurdu : Gücün ve şiddetin sesleri.
Acaba kısır mevsim, çıplak ağaçlar, dünyanın kışı mı yıkıyor beni? Ama, bu ışık özlemi hak veriyor bana. Bir başka dünyayı, benim gerçek yurdumu anlatıyor bana. Başka insanlar için hâlâ bir anlamı kaldı mı o dünyanın? Savaşın başladığı yıl, Odysseus’un izlerinde dolaşmak için gemiye binmek üzereydim. O günlerde yoksul bir delikanlı bile bir denizi aşıp ışıklı dünyalara gitmeye kalkabilirdi. Ama, ben de o zaman herkesin yaptığını yaptım. Binmedim gemiye. Cehennemin açılan kapısında tepinen kuyrukta yerimi aldım. Yavaş yavaş girdik hepimiz ve öldürülen ilk günahsızın çığlığı ile kapı kapandı arkamızdan. Cehennemdeydik artık, bir daha da çıkmadık içinden. Altı uzun yıldır alışmaya çalışıyoruz ona. Mutlu adaların sıcak hortlakları çok uzaklarda, ateşsiz ve güneşsiz uzun yılların arkasında görünüyor bize.
Bu ıslak ve karanlık Avrupa’da insan nasıl, yaşlı Chateaubriand’ın Yunanistan’a giden Ampere’e söylediği şu sözü anımsayınca hüzünle ürpermez, aynı acıyı duymaz : «Benim Attika’da gördüğüm hiçbir şeyi bulamayacaksınız. Ne o zeytin ağaçlarının bir yaprağını, ne de üzümlerin bir tanesini.  Benim zamanımın otuna bile özlem duyuyorum. Bir çalıyı bile yaşatmaya gücüm yetmedi.»
Biz de taze kanımıza karşın, bu son yüzyılın korkunç yaşlılığına gömülü, bütün çağların otunu, salt kendisi için görmeye gideceğimiz zeytin yaprağını arıyoruz. Her yerde, her yerde onun çığlıkları, acısı, korkuları. Bu yığın yığın yaratıklar arasında cırcırböceklerine yer yok artık. Tarih, üstünde fundalık bitmeyen kısır bir topraktır. Bugünün insanı yine de tarihi seçti. Ondan ayrılamazdı festen, ayrılması da gerekmezdi. Ama, tarihi kendi buyruğu altına alacak yerde, her gün biraz daha onun kölesi olmaya razı oluyor. İşte, bunda ihanet ediyor Prometheus’a, «bu atılgan düşünceli ve uçarı yürekli» insanoğluna. Bunda dönüyor bugünün insanı, Prometheus’un kurtarmak istediği insanların zavallılığına. O insanlara ki, «düşlerde yaşar gibi bakmadan görüyor, duymadan dinliyorlardı.»
Provence’da bir akşam, pürüzsüz güzel bir tepe, bir parça deniz mavisi yetiyor insana her şeyin yeni baştan yapılması gerektiğini anlatmaya. Bedenin isteklerini karşılamak için ateşi yeniden bulmak, tezgâhları yeniden kurmak zorundayız. Attika, özgürlük ve meyveleri, ruhun ekmeği bir başka zamana. Elimizden ne gelir? Kendi kendimize bağırmaktan başka ne yapabiliriz, onları hiçbir zaman bulamayacağız ya da başkaları bulacaklar diye. Hiç değilse bu başkalarının onlardan yoksun kalmamasına çalışmaktan öte çare yok. Ne yapabiliriz? Bunlar hiç olmayacak artık, ya da başkalarının olacak diye yerinmekten ve hiç değilse bu başkalarının onlara kavuşmasına çalışmaktan başka ne gelir elden diye. Bunu acı ile duyan, yine de küsmeden yaşamaya çalışan bizler, çok mu geç geldik, çok mu erken?

Çalılıkları yeşertmeye gücümüz yetecek mi? Zamanımızda yükselen bu soruya Prometheus’un karşılık vereceğini düşünün. Gerçekte bu karşılığı çoktan vermiş o : «Size yeni düzeni ve kalkınmayı vaat ediyorum ey ölümlüler! Eğer, bunu kendi elinizle yapacak kadar usta, değerli ve güçlü iseniz.» Kurtuluşun bizim elimizde olduğu doğruysa, çağımızın bu sorusuna ben evet diyeceğim, tanıdığım birkaç insanda gördüğüm kafalı güce, bilgili yiğitliğe güvenerek.
«Evet doğruluk! diye bağırır Prometheus, ey anam benim! Görüyorsun bana neler çektirdiklerini!» Hermes ise alay eder kahramanla : «Şaşıyorum sana, madem kâhindin, neden önceden görmedin bu çektiklerini?» «Biliyordum» diye karşılık verir asi Prometheus. Benim sözünü ettiğim insanlar da adaletin oğullandır. Onlar da bile bile herkesin derdiyle dertleniyorlar. Biliyorlar ki gözleri yoktur onun, Prometheus’un ve onun adaletini atıp yerine akim bulduğu adaleti koymak gerekir, işte, Prometheus bu yoldan çağımızın insanı oluyor.
Söylencelerin kendi yaşamları yoktur. Onlara bizim can ve kan vermemizi beklerler, yeryüzünde onların çağrısına bir tek insan karşılık verdi mi, özlerini taptaze sunarlar bize. Bizim işimiz bu özü korumak ve yeniden dirilmesi için ölüm uykusuna dalmamasını sağlamaktır. Bugünün insanım kurtarmanın olanaksız olduğunu düşünüyorum kimi zaman. Ama, bu insanoğulları ruhça ve bedence kurtarılabilir hâlâ. Onlara mutluluk ve güzellik yollarını açabiliriz. Güzelliksiz ve özgürlüksüz yaşamaya razı olursak, Prometheus söylencesi daha başkalarıyla birlikte bize insanın ancak bir zaman için paramparça edilebileceğini, insanın tümüne yararlı olmadıkça, hiçbir şeye yararlı olunamayacağını anımsatır bize. İnsan ekmek ve çalı istiyorsa ve eğer ekmeğin daha zorunlu olduğu doğru ise çalının anısını korumayı öğrenelim. Tarihin en karanlık günlerinde Prometheus insanları, zor işlerini duraksamadan toprağa ve durmadan biten ota bir yanlarıyla bağlı kalacaklardır. Zincire vurulmuş kahraman, Tanrının yıldırım ve şimşeklerinde, insana olan o rahat güvenini yitirmez. Onun için, Prometheus bağlandığı kayadan daha sert, dalağını yiyen akbabadan daha sabırlıdır. Tanrılara başkaldırmaktan daha önemli olan şey bizce, bu sürekli diretmedir. Ve bu hiçbir şeyi ayırt etmeme ve atmama gücüdür ki, insanların dertli yüreğini dünyanın ilkyazıyla uzlaştırmış ve uzlaştıracaktır.

L’ETE’den, 1946
çev: Sabahattin Eyuboğlu – Vedat Günyol 


Friday, July 8, 2016

Yeryüzünün Lanetlileri – Frantz Fanon

“Fanon’u okuyun. Fanon, bu bastırılamaz şiddetin ne de bir bardak suda fırtına, ne barbar içgüdülerinin yeniden ortaya çıkışı ne de bir hınç olduğunu kusursuzca gösteriyor: kendine gelen insandır bu.” Jean-Paul Sartre

Yaşamını sömürgeciliğe karşı mücadeleye adayan Frantz Fanon, 1961 Nisan?ında başyapıtı ya da politik vasiyetnamesi sayılabilecek ünlü eseri (The Wretched of the Earth) Yeryüzünün Lanetlileri?ni yazmaya başlar. Bu eserde, Cezayir’deki gibi bütün seçenekler tüketildiğinde, Fransız sömürgecilerine yönelik şiddetin meşrulaşacağını öne sürer. Yeryüzünün lânetlileri – kırların topraksız köylüleri ve kenar mahallelerin mülksüzleri – yeni bir insan ve yeni bir hümanizmin doğmasına izin verecek yegâne kuvvet olarak görülür.
Bu eserinde Fanon sömürgeciliğin ve işkencenin yol açtığı psikiyatrik hastalıkları ayrıntılı bir biçimde tartışır. Yeryüzünün Lânetlileri zamana ve ölüme karşı amansız bir yarışla yazılmıştır.
Bu arada sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Tedavi amacıyla Rusya?ya götürülürse de, Rus doktorlar ona lösemi tedavisi konusunda daha uzman bir kuruluşa başvurmasını önerirler. ABD?de Ulusal Sağlık Enstitüsü?ne götürülür. Tedaviye hemen başlanmaz, bir hafta bir otel odasında bekletilir. Kliniğe yattığı zaman hayatından ümit kesilmiştir artık. Kasım ayının sonlarında kitabının basılı örneğini görme imkânı bulur. Hasta yatağında hâlâ kitap taslakları üzerinde çalışmaktadır. Washington?da tedavisine başlandıktan bir süre sonra, 6 Aralık 1961?de yalnız başına hayata veda eder. Ölüm haberi Paris?e ulaşır ulaşmaz, polis Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabını insanları baştan çıkardığı gerekçesiyle toplatır. ABD?ye gitmeden önce Cezayir toprağına gömülmeyi vasiyet etmiştir ve bu vasiyete uyularak Cezayir?de mücadele arkadaşlarının yanına defnedilir. Cezayir 1962 Temmuz?unda bağımsızlığına kavuşur.
?Yeryüzünün Lanetlileri?, ilk kez 1961?de, François Maspero?ca yayımlandı ve kitapta, Jean-Paul Sartre?ın önsözü vardır. Kitapta, Fanon, ulusal kurtuluş mücadelesinde sınıfın, ırkın, ulusal kültürün ve şiddetin rolünü çözümler.

“Yeryüzünün Lanetlileri”ne Önsöz – Jean Paul Satre
Çok uzun olmayan bir zaman önce yeryüzünde iki milyar insan vardı, bunların beş yüz milyonu insandı, bir milyar beş yüz bini de yerliydi. Sözü birinciler söylüyor, ötekiler de öğrenince taklit ediyorlardı. Bu iki kesim arasında küçük devletlerin kralları feodaller, baştan aşağı uyduruk bir burjuvazi aracılık işlevi görüyordu. Sömürgelerdeki gerçek çıplaktı: ?Metropol?ler onun giysili olmasını istiyorlardı, yerlinin onları sevmiş olması gerekiyordu. Onlar bir tür anneleriymişçesine Avrupalı elit bir yerli elit oluşturmaya girişti, ergenlik çağındaki gençler seçiliyordu, bunların alınlarına kızgın demir ile Batı kültürünün ilkelerinin damgası basılıyordu, ağızlarına ses çıkartmayı engellemeyen tıkaçlar, dişlere yapışan ve dili hamur çiğnemiş gibi yapışkan kılan büyük sözcükler tıkılıyordu.
Bu, sona erdi. Ağızlar kendi başlarına açıldılar, sarı ve siyah sesler yine insancıllıktan söz ediyorlardı fakat artık konu bizim insancıl olmayışımızdı. Biz bu sevimli sert eleştirileri hoşnutsuzluk duymadan dinliyorduk. Bu önce, bizde gururlu bir hayranlık doğurdu. ?Nasıl, görüyor musunuz! Kendi başlarına konuşuyorlar! Bakın onları nasıl adam ettik! İdeallerimizi kabul edecek olduklarından kuşkumuz yoktu, değil mi ki bizi o ideallere sadık olmamakla suçluyorlardı?; bir kezlik, Avrupa kendi misyonuna inandı. Asyalıları Helenleştirmişti, şu yeni, türü Greko-Latin Zencileri yaratmıştı. Tamamen kendi aramızda hemen ekliyorduk, bırakalım ötsünler, bu onları rahatlatır. Havlayan köpek ısırmaz.
Başka bir kuşak geldi, sorunun konumunu değiştirdi. Bu yeni kuşağın yazarları, ozanları, inanılmaz bir sebat ile bizim değerlerimizin onların yaşamlarının gerçekleriyle bağdaşmadığını, bu değerleri ne tümüyle dışlayabildiklerini ne de tümüyle özümseyebildiklerini bize anlatmaya çalıştılar. Kısacası, şunu söylemek istiyorlardı: Bizi aykırı yaratıklar haline getiriyorsunuz, insancıllığınız bizim evrensel olduğumuzu ileri sürüyor, ırkçı uygulamalarınız ise bizi parçalıyor. Onları rahat bir halde dinliyorduk: Sömürge yöneticileri Hegel okumak için para almıyorlardı, ki zaten onu çok az okuyorlardı, ancak onların bedbaht bilinçlerin çelişkilerinin sıkıntısı içinde bulunduklarını bilmek için de bu filozofa gereksinimleri yoktu. ?Ellerinden gelen hiçbir şey yok. Dolayısıyla felaketlerini sürdürelim, birşey yapamazlar. Uzmanlar, onların sızlanmalarında bir hak talebi sözkonusuysa bu entegrasyon talebi olacaktır, diyorlardı bize. Kuşkusuz onlara bu hak verilemezdi; aksi takdirde bilindiği gibi sömürüye dayalı olan sistem yıkılırdı. Ancak onların gözlerinin önünde şu havucu tutmak yeterliydi: Onlar dörtnala koşacaklardı. İsyana gelince, bu konuda hiçbir endişemiz yoktu. Hangi aklı başında yerli kalkar da Avrupa?nın üvey oğullarını yalnızca onlar gibi Avrupalı olmak için katlederdi? Kısacası bu melankolileri cesaretlendiriyorduk ve Goncourt ödülünü bir kezlik olarak bir Zenciye vermekte bir mahzur görmedik. Bu 1930?lar öncesinde oldu.
Yıl 1961. Dinleyiniz: ?Kısır teranelerle ya da iç bulandırıcı taklitlerle zaman yitirmeyelim. İnsandan söz etmeyi sürdürmekle birlikte, rastladığı her yerde, dünyanın her tarafında, kendi sokaklarının her köşesinde insanı katleden bu Avrupa?yı terkedelim. İşte, yüzyıllardır, bir sözde ?tinsel serüven? adına, insanlığın hemen hemen tümünü zaptediyor.? Bu yeni bir ton. Bu yeni tona cüret edebilmiş olan kim? Bir Afrikalı, Üçüncü Dünya insanı, eski sömürge. Ekliyor: ?Avrupa böylesine çılgın, dengesiz bir hızla çok derin uçurumlara doğru gidiyor, ondan uzaklaşmakta yarar var.? Başka bir deyişle; Avrupa kötü. Bu hoş olmayan bir gerçek fakat hepimiz bunun böyle olduğuna sapına kadar inanıyoruz değil mi kıtadaşlarım??
Ancak, bir hususu belirtmek gerekir. Bir Fransız, örneğin, diğer Fransızlara ?işimiz bitik!? dediğinde -ki, 1930?lardan bu yana, hemen her gün bu söz söylenmektedir- bu öfke ve aşk ile yanıp tutuşmuş birinin sözüdür, söyleyen kendini tüm diğer yurttaşlarıyla bir tutmaktadır. Ve sonra genel olarak şunu ekler: ?Ne var ki…? Ne olduğu malumdur: Artık hiçbir hataya tahammül yoktur, şayet öğütlerine harfi harfine uyulmazsa, işte o zaman ülke mahfolur. Kısacası, bu, arkasından bir öğüdün geldiği, bir tehdittir ve bu sözler diğer yurttaşların bu sözlere katılımı ölçüsünde daha az şoke edicidir. Fanon ise, tersine, Avrupa?nın kendi mahfına doğru koştuğunu söylerken, bir alarm çığlığı atıyor olmaktan çok uzaktır, o bir teşhis koymaktadır. Bu doktor ne Avrupa?yı iflahı olmayan bir biçimde mahkum ettiğini -ki, mucizeler her zaman olmuştur- söylemektedir, ne de ona tedavi reçeteleri sunmaktadır: Onun can çekişmekte olduğunu belirlemektedir. Dışarıdan belirleyebildiği arazlara dayanarak onu tedavi etmeye gelince, hayır, o bu işte yoktur. Onun kafasında başka kaygılar vardır; Avrupa ölmüş kalmış onun umurunda değildir, Dolayısıyla, kitabı skandal niteliğindedir. Ve şayet, hafife alarak ve hoşnutsuzlukla bu kitap ?Bize ne getiriyor!? diye mırıldanırsanız skandalın gerçek doğasını gözünüzden kaçırırsınız. Zira, gerçekten Fanon size hiçbir şey getirmediğinden, kitabı -başkaları için çok yakıcı olmasına karşın- sizin için buz gibi soğuk kalır ve dolayısıyla kitapla yeterince ilgilenmeyebilirsiniz. Kitapta sık sık sizden söz edilir, fakat hiçbir zaman size hitap edilmez. Siyah Goncourt?lar ve sarı Nobel?ler sona ermiştir: Sömürgelere artık ödül verilmeyecek. Fransız dilini konuşan bir eski yerli bu dili yeni gereksinimlere uygun olarak ?eğip bükmekte?, kullanmakta ve yalnızca sömürgelere seslenmektedir: ?Tüm az gelişmiş ülkelerin yerlileri birleşiniz!? Ne düşüş: Babaları için tek konuşmacılar bizlerdik, oğullar ise bizi artık muhatap olarak bile almıyorlar, bizler yalnızca söylem konularıyız. Kuşkusuz Fanon söz arasında bizim ünlü suçlarımıza, Setif?e, Hanoi?ye, Madagaskar?a değiniyor, fakat onları mahkum etmeye çalışmıyor: Onları kullanıyor. Sömürgeciliğin taktiklerini, sömürgecileri anavatanlarıyla birleştiren ve ayıran ilişkilerin karmaşık oyununu, ortaya koyması kardeşleri içindir; amacı onlara bizim oyunlarımızı bozmayı öğretmektir.
Kısacası, Üçüncü Dünya bu ses ile kendini keşfediyor ve kendisine sesleniyor. Üçüncü Dünya?nın farklılıklarla dolu olduğu, orada hâlâ köle durumundaki halkların, sahte bir bağımsızlık elde etmiş olan halkların, hükümranlık elde etmek için çarpışmakta olan halkların, nihayet tam özgürlüğü elde etmiş fakat emperyalist bir saldırganlığın sürekli tehdidi altında olan halkların bulunduğu biliniyor. Bu farklılıkları sömürgeciliğin tarihsel süreci oluşturmuştur, yani baskıların sonucudurlar. Metropol, kimi yerlerde birkaç feodali satın almakla yetinmiştir; kimi yerlerde yönet burjuvazisi yaratmıştır, kimi yerleri de, bir taşla iki kuş vurarak, hem sömürü hem de kendi yurttaşları için yerleşim alanları haline getirmiştir. Böylece, Avrupa bölünmeleri, zıtlıkları artırmış, sınıflar ve hatta kimi kez ırkçılıklar yaratmıştır, sömürge toplumların katmanlaşmasını ve bu katmanlaşmanın artmasını sağlamaya çalışmıştır. Fanon hiçbir şeyi gizlemiyor: Eski sömürge bize karşı mücadele etmek için kendi kendisiyle mücadele etmek zorundadır. Ya da, daha çok, ikisi aynı şeydir. Savaşın sıcaklığı tüm iç engelleri eritir; işadamlarından ve kompradorlardan oluşan güçsüz burjuvazi, her zaman imtiyazlı bir konumda olan kent proletaryası, bidon-kentlerin lümpen proletaryası, bunların tümü ulusal ve devrimci ordunun yedek gücü olan kırsal kitlenin tutumu doğrultusunda tavır alırlar. Zira, sömürgeciliğin gelişmesini kasten durdurduğu bu ülkelerde köylülük ayaklandığı zaman çabucak radikal sınıf haline gelir. Zira, baskıyı en yoğun biçimde yaşar ve kentlerdeki işçilerden çok daha fazla eziyet çeker. Açlıktan ölmemesi için, en azından var olan tüm yapıların tamamen yıkılması gerekir. Zafere ulaşıldığında ulusal devrim sosyalist olacaktır; ayaklanması durdurulduğunda ve iktidara yerli burjuvazi geçtiğinde, yeni devlet, biçimsel egemenliği olsa da emperyalistlerin elinde kalmış olacaktır. Katanga örneği bunu yeterince açıklar. Üçüncü Dünya?nın birliği henüz sağlanamamıştır. Bağımsızlığın öncesinde olduğu kadar sonrasında da, tüm sömürge halkların, her ülkede, köylü sınıfının kumandası altında birleşmesini sağlamaktan geçen bir girişim söz konusudur. Fanon?un Afrika, Asya ve Latin Amerika?daki kardeşlerine açıkladığı şey şudur: Ya devrimci sosyalizmi her yerde ve hep birlikte gerçekleştireceğiz ya da eski tiranlarımız tarafından tek tek mağlup edileceğiz. Fanon hiçbir şeyi saklamıyor, ne zayıflıkları, ne anlaşmazlıkları, ne de gizemlileştirmeleri. Şurada hareket kötü bir başlangıç yapmış, burada, başlangıçtaki çarpıcı başarılarının ardından hız yitimine uğramış, başka yerlerde duraklamış ve yeniden başlaması isteniliyorsa burjuvazilerini başlarından atmaları gerekiyor. Okuyucuyu en tehlikeli yabancılaşmalara-lider (örneği) kişilik kültüne, Batı kültürüne ye aynı şekilde geçmişteki Afrika kültürüne dönüşe karşı sertçe uyarıyor. Zira, gerçek kültür devrim kültürüdür, yani devrim sırasında sıcağı sıcağına gelişen, kültürdür. Fanon yüksek sesle konuşuyor, Biz Avrupalılar onu duyabiliyoruz: Elinizde tuttuğunuz bu kitap bunun kanıtıdır. Peki, Fanon sömürgeci güçlerin onun içtenliğinden yararlanabileceklerinden korkmuyor mu?
Hayır, Fanon hiçbir şeyden korkmuyor. Zaten bizim yöntemlerimiz çürümüş, bazen kurtuluşu geciktirebilirler, fakat önleyemezler ve yöntemlerimizi değiştirebileceğimizi de düşünmeyelim, yeni-sömürgecilik (neo-colonialisme), Metropollerin bu tembel düşü, artık boştur. ?Üçüncü Güçler? yoktur ya da varsalar bile bunlar zaten sömürgeciliğin iktidara geçirmiş olduğu bidon-kent burjuvazileridir. Yalanlarımızı birbiri ardından açığa çıkarmış olan bu iyice uyanmış dünyada bizim Makyavelizm?imizin artık yapabileceği pek bir şey yok. Sömürgelerdeki adamlarımızın bir tek çareleri vardır: Güçleri kalmışsa, şiddet kullanmak; yerlinin de yapacağı bir tek secim var: Ya kölelik ya da hükümranlık. Bu kitabı okuyup okumamanız Fanon?a ne yazar. O bu kitabı eski hilelerimizi kardeşlerinin gözlerinin önüne sermek için yazmıştır, yapacak başka hilelerimizin kalmadığından da emindir. Kardeşlerine diyor ki: ?Avrupa pençelerini kıtalarımıza geçirdi, bu pençelere onları çekene kadar vurmalıyız; çağımızın bizim yararımıza olan bir yönü şu ki: Bizerta?da, Elizabethville?de, ya da Cezayir Bledin de olan biten her şeyden tüm yeryüzünün haberi oluyor. Bloklar karşıt tarafları tutuyorlar ve birbirlerini kolluyorlar, bu durumdan yararlanalım, tarihte yerimizi alalım ve bu yerimizi alışımız tarihi ilk kez evrenselleştirsin. Savaşalım, başka silahımız olmasa bile çakı bıçağımız bize yeter.?
Avrupalılar bu kitabı açıp içine girin. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra gece vakti bir ateşin çevresinde toplanmış olan yabancıları göreceksiniz; yaklaşıp onları dinleyin, zira onlar ticaret merkezlerimize ve onları koruyan kiralık askerlere ne yapacaklarını konuşuyorlar. Belki sizi görecekler, fakat seslerini bile alçaltmadan kendi aralarında konuşmaya devam edecekler. Bu kayıtsızlık size dokunacak: Onların babaları, o gölge yaratıklar, sizin yaratıklarınız, ölü ruhlardılar, onlara ışık verenler sizdiniz, yalnızca sizinle konuşurlardı, siz bu zombilere yanıt vermek zahmetine girmezdiniz. Onların oğulları ise sizi görmezden geliyorlar; bir ateş onları ısıtıyor ve aydınlatıyor, bu ateş sizinki değil. Şimdi, saygılı bir uzaklıkta duran siz, kendinizi karanlık içinde, soğuktan ürperir, olarak duyumsayacaksınız. Herkesin sırası gelir; içinden yeni bir şafağın doğacağı bu karanlıklardaki zombiler bu kez de sizlersiniz. Bu durumda, bu kitap bizim için yazılmamış, onu niçin okuyalım, pencereden fırlatıp atalım diyeceksiniz. Bu kitabı okumak için iki neden var. Birincisi şu: Fanon kardeşlerine sizi açıklıyor ve onlara bizi kendimize yabancılaştıran mekanizmayı gösteriyor: Nesnel gerçekliğin ışığında kendinizi keşfetmeniz için bundan yararlanın. Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyor ve onların tanıklığını çürütülemez kılan da işte bu. Kendimizi ne hale soktuğumuzu kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize göstermeleri yeterli. Bunun bir yararı olur mu? Evet, zira Avrupa batmak tehlikesiyle karşı karşıya. Fakat, yine diyeceksiniz ki, biz anavatanda yaşıyoruz ve aşırılıkları onaylamıyoruz. Bu doğru, siz sömürgecilerden değilsiniz, fakat onlardan daha iyi de değilsiniz. Onlar sizin öncülerinizdi; onları denizaşırı yerlere gönderen sizdiniz, onlar da sizi zengin ettiler. Çok fazla kan dökerlerse, onlara sahip çıkmayacağınız hususunda onları uyardınız. Bu şuna benzer: Devletler de diğer ülkelerde ajitatörler, provokatörler ve casuslar beslerler, fakat yakalandıklarında onlara sahip çıkmazlar. Bu denli liberal, bu denli insancıl, olan ve kültüre olan sevgisini, tutkusunu, yapmacıklığa dek vardıran sizler, sizin sömürgelerinizin olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş gibi görünüyorsunuz. Fanon yoldaşlarına -içlerinden bazılarına, özellikle de, fazlasıyla batılılaşmış olanlarına- anavatan halkının sömürgelerde ki adamlarıyla dayanışmasını anlatıyor. Bu kitabı okumak cesaretini gösterin: Bu öncelikle sizi utandıracaktır ve Marx?ın söylemiş olduğu gibi, utanmak devrimci bir duygudur. Görüyorsunuz ki, ben de öznel yanılsamalardan kendimi kurtaramıyorum; ben de size ?her şey yitirilmiş, ne var ki…? diyorum. Bir Avrupalı olarak düşmanın kitabını çalıyor ve bu kitaptan Avrupa için bir kurtuluş çaresi çıkarıyorum. Bundan yararlanın. Ve işte ikinci neden; Sorrel?in faşist saçmalıklarını bir yana bırakırsanız, Fanon?un, Engels?ten bu yana, tarih süreçlerini gün ışığına çıkaran ilk kişi olduğunu görürsünüz. Mutsuz bir çocukluğun ya da gözü dönmüşlüğün onda acayip bir şiddet arzusu yaratmış olduğunu falan da zannetmeyin; Fanon sadece durumu yorumluyor, o kadar. Fakat, bu onun liberal ikiyüzlülüğün sizden sakladığı ve hem onu hem de bizi ortaya çıkarmış olan diyalektiği aşama aşama ortaya koymasına yeterlidir. Geçtiğimiz yüz yılda, burjuvazi, işçileri aç gözlü isteklerinin etkisiyle yoldan çıkmış, gözü doymaz yaratıklar olarak gördü: fakat, bu korkunç vahşilere kendi türümüze dahil olarak kabul etmeye özen gösterdi: Onlar da insan ve özgür olmasaydılar iş güçlerini nasıl özgürce satabilirlerdi. İngiltere?de olduğu gibi, Fransa?da da, hümanizm evrensel olduğunu ileri sürer.
Zorla çalışmak ise bunun tam tersidir. Hiçbir sözleşme yoktur, üstelik gözdağı vardır ve bu da baskıyı oluşturur. Deniz aşırı yerlerdeki askerlerimiz anavatanın evrenselciliğini yadsıyarak, insan türüne numerus clausus?u uygularlar Kimse, suç işlemiş olmaksızın, kendi benzerini köleleştiremeyeceği, soyamayacağı ya da öldüremeyeceği için, yerlilerin insanın benzeri sayılamayacağı ilkesini koyarlar. Vurucu güçlerimize bu görüşü uygulamaya geçirtmek misyonu verilmiştir. Sömürgecinin onlara yük hayvanı muamelesi edişini haklı kılmak için, ilhak edilmiş toprakların insanlarını gelişmiş maymunlar düzeyine indirgemek emri verilmiştir.
Sömürgelerdeki şiddet bu köleleştirilmiş halkı sindirmeyi amaçlamakla kalmaz, aynı zamanda onları insanlıktan çıkarmayı da amaçlar. Onların geleneklerini yok etmek, onların dillerinin yerine kendi dilimizi geçirmek ve kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yok etmek için her şey yapılır; aşırı yorgunlukla sersemleştirileceklerdir. Gıdasız ve hasta durumdayken bile hâlâ güçleri kalmışsa, gerisini korku halleder; tüfekler yerlilere çevrilir, siviller gelip onların topraklarına yerleşirler ve onları kırbaç tehdidiyle toprağı onların adına işlemeye zorlarlar. Yerli direnirse, askerler ateş açar ve yerli ölü bir adam olur; boyun eğerse kendini küçültür, artık insan değildir; utanç ve korku karakterini zedeleyecek ve kişiliğini paramparça edecektir. Bu iş uzmanlar tarafından sertlikle yürütülür; ?Psikolojik tedavi?ler yeni ortaya çıkmadı. Beyin yıkama da öyle. Yine de, bu denli çaba harcamalarına rağmen, amaçlarına hiçbir yerde ulaşamadılar: Ne zencilerin ellerinin kesildiği Kongo?da, ne de, yakın zamana dek, itirazcıların (yani, asilerin) dudaklarının, kilit vurmak amacıyla, delindiği Angola?da. Bir insanı hayvanlaştırmanın olanaksız olduğu söylemiyorum, yalnızca onu yeterince zayıflatmadan bu amaca ulaşılamayacağını söylüyorum. Dayak hiçbir zaman yeterli değildir, açlığı daha da artırmak gerekir. Kölecilikte bu durum sorun yaratır: Zira kendi türünüzden birini ehlileştirdiğiniz zaman, ondan alacağınız verim düşer ve ona ne kadar az verirseniz verin ondan alacağınızdan daha fazlasını götürür. Bu nedenle, sömürgeciler ehlileştirmeyi yarıda kesmek zorunda kalırlar: Sonuçta, ortada, yine, ne insan ne de hayvan, sadece yerli vardır. Dövülmüş, kötü beslenmiş, (yalnızca belirli bir dereceye kadar) korkmuş olan yerli, ister siyah, ister sarı ya da beyaz olsun, hep aynı karakter özelliklerini gösterir. Tembeldir, içten pazarlıklıdır, hırssızdır, neyle yaşadığı belli değildir, yalnızca şiddeti tanır.
Zavallı sömürgeci, işte çelişkisi apaçık ortada: Yağmaladıklarını öldürmek zorunda. Fakat, bu olası değildir, zira onları sömürmesi gerekiyor. Soykırım düzeyinde katliam yapamadığı, hayvanlaştırmaya varan kölelik düzenini kuramadığı için kontrolü elinden kaçırır, işler tersine döner ve şaşmaz bir mantık gereğince, gidişat onu sömürgesinden yoksun kalmaya kadar götürür.
Bu hemen olmaz. Başlarda Avrupalının egemenliği sürer. Avrupalı savaşı çoktan yitirmiştir, fakat bunun farkında değildir; yerlilerin artık onun bildiği yerliler olmadığını henüz bilmez; onu konuşurken duyarsanız, sanki yerlilerin içinde kök salmış kötülüğü yok etmek ya da bastırmak amacıyla, onlara kötülük ettiğini zannedersiniz; ve üç kuşak sonra bu kötülük içgüdüleri artık bir daha oluşmayacaklardır. Hangi içgüdüler? Köleleri efendilerini öldürmeye zorlayan içgüdüler mi? Efendi, yerlide, kendisine yöneltilmiş olanın kendi acımasızlığı olduğunu göremiyor mu? Bu ezilmiş yerlilerin vahşiliğinde, onların iliklerine dek işlemiş olan ve kurtulamadıkları, kendi sömürgeci vahşiliğini görmüyor mu? Bunun nedeni basittir: Mutlak güce sahip olmasıyla ve bunu yitirmek korkusuyla, çıldıran bu zorba varlık bir zamanlar insan olduğunu artık pek anımsamıyor; kendisini bir tüfek ya da kırbaç sanıyor, ?aşağı ırk?ların ehlileştirilmesini onların reflekslerini koşullayarak sağlayacağına inanıyor. Ancak, insan belleğini ve onun silinmez anılarını unutuyor ve sonra, özellikle, belki hiç bilmediği bir şey daha var. Biz, ancak başkalarının bizde yarattıklarını derin ve kökten biçimde olumsuzlayarak biz oluruz. Üç kuşak mı demiştik: İkinci kuşak daha dünyaya gözünü açar açmaz babasının nasıl dövüldüğünü görür. Psikiyatri diliyle ?travmatize? olur. Yaşam boyu. Fakat, bu sürekli yenilenen saldırılar onları boyun eğmeye yöneltseler bile, aynı zamanda, bundan çok uzak olarak, onları Avrupalının er ya da geç bedelini ödeyeceği bir çelişki içine de sokar. Bundan sonra, ehlileştirilme sırası ikinci kuşağa da geldiğinde, utanç, açlık ve acının ne olduğunu öğrendiklerinde, gücü uygulanan şiddetin derecesine eşit olan volkanik bir öfke uyanır içlerinde. Onların şiddetten başka hiçbir şeyden anlamadıklarını mı söylediniz? Elbette öyle: Önceleri bu yalnızca sömürgecinin şiddetidir, fakat kısa süre sonra yalnızca onların şiddeti olur; yani, şiddet -aynaya bakınca yansımamızı görmemiz gibi- geri teper. Yanılmayın sakın, bu çılgınca öfkeyle, bu acımasızlıkla ve kin ile, bu sürekli bizi öldürmek isteğiyle, gevşemekten korkan kasların bu sürekli gerginleşmesiyle insanlaşır onlar: Onları yük hayvanı yapmak isteyen sömürgeci sayesinde ve ona karşı. Henüz soyut haldeki nefret, bu kör nefret onların tek hazinesidir. Efendi bunu davet etmiştir, zira onları hayvanlaştırmak ister, fakat bu nefreti kırmayı başaramaz, zira çıkarlarına ters düştüğü için yarı yolda durur. Bu yüzden, bu kötü yerliler onlarda hayvan konumunu reddetmek biçimine dönüşen, ezenin hem güçlü hem de güçsüz oluşu sayesinde halâ insandırlar. Bunun ardından geleni biliyoruz; elbette yerliler tembeldir, bir tür sabotajdır bu. Sinsidirler, hırsızdırlar; kuşkusuz, bu küçük hırsızlıkları henüz örgütlenmemiş olan bir direnişin başlangıcına işarettir. Ancak, bu aşamada, daha ileri gidenler de vardır: Aralarında, silahların önüne silahsız olarak atılarak kendilerini kanıtlayanlar da vardır; bunlar onların kahramanlarıdırlar ve diğerleri Avrupalıları öldürerek kendilerini insan yaparlar, bunlar vurulur: Haydut ve şehit, onların çektikleri acı dehşet içindeki kitlelerin ruh halini yüceltir.
Evet, dehşet içinde; bu yeni aşamada sömürge saldırganlığı yerliler arasında bir terör akımı biçiminde içe döner. Bunu söylerken yalnızca bitmez tükenmez baskı araçlarımızla karşılaştıkları zaman duydukları korkuyu değil, fakat aynı zaman da kendi öfkelerinin içlerinde yarattığı korkuyu da kastediyorum. Bir yanda onlara yöneltilmiş olan silahlarımız, öte yanda bu ürkütücü içgüdüler, bu ruhlarının derinliklerinden gelen ve her zaman farkında olmadıkları öldürme arzuları arasında sıkışıp kalmışlardır; zira, öncelikle, bu onların şiddeti değil, bizim şiddetimizdir ve bu ezilen yaratıkların ilk eylemi de onların ve bizim ahlak anlayışımızın lanetlemiş olduğu ancak yine de onların insanlığının son barınağı olan bu itiraf edilemez öfkeyi derinlere gömmektir. Fanon?u okuyun: Onların güçsüzlük döneminde, çılgınca öldürmek isteğinin yerlilerin kollektif bilinçaltının ifadesi olduğunu göreceksiniz.
İçte tutulan bu öfke dışa yöneltilerek patlama yapamazsa o ezilen yaratıkların kendilerini yok eder. Kendilerini kurtarmak için birbirlerini bile katlederler. Kabileler gerçek düşman ile karşı karşıya gelemedikleri için birbirleriyle savaşırlar -ve sömürge politikasının da bu düşmanlıkları körüklediğinden emin olabilirsiniz; kardeşine bıçak çeken bir insan onu öldürmekle ortak alçalmalarının nefret uyandıran görüntüsünü ortadan kaldırdığını düşünür; yadsıdıkları insanlıktan çıkma sürecini kendi istekleriyle hızlandıracaklardır. Sömürgenin eğlenen bakışları altında, doğaüstü engeller koyarak, bazen eski ve ürkütücü mitleri canlandırarak, bazen de kendilerini dinsel törenlere yönelterek, kendilerine karşı en büyük önlemleri alacaklardır: Saplantılı bir insan bu şekilde -her an onu meşgul eden bazı saplantılara sığınarak- en derin gereksinimlerinden kaçar. Dans ederler, bu onları meşgul eder, kaslarının acı veren gerginliğini gevşetir; üstelik dans dile getiremedikleri hayır sözcüğünü ve işleyemedikleri cinayetleri, çoğu zaman onlar farkında olmaksızın, gizlice dile getirir. Bu son çareye -kendinden geçmeye, vecd haline girmeye- bazı bölgelerde baş vurulur. Eskiden, bu basit bir dinsel uygulamaydı, iman sahibinin kutsal ile olan bir iletişim tarzıydı; şimdi ise aşağılanma ve umutsuzluğa karşı bir silah olarak kullanılmaktadır. Kutsal ruhlar onları trans haline geçirerek sakinleştirir. Bu yüksek zatiyetler onları aynı zamanda korurlar: Yani, sömürgeleşmiş halk, sömürge yabancılaşmasına karşı kendini dinsel yabancılaşma ile korur. Sonuçta ortaya eşi benzeri olmayan bir durum çıkar: İki yabancılaşma birbiriyle kaynaşır ve birbirini güçlendirir. Bazı psikozlarda sürekli aşağılanmaktan bıkkın düşmüş olan hezeyanlı kişi günün birinde kendisine iltifatlar yağdıran bir meleğin sesini duymaya başlar; fakat, kuşkusuz aşağılanmalar sona ermiş değildir: Ancak, kutlamalar ile dönüşümlüdür. Bu bir savunmadır, fakat aynı zamanda da onların serüveninin sonudur; kişilik parçalanmıştır ve hasta deliliğe doğru gider. Şunu da ekleyelim ki, özellikle seçilmiş birtakım bedbahtlarla ilişkili olan ve yukarıda sözünü etmiş olduğum, bir diğer tasallut türü daha vardır: Batı kültürü. Diyebilirsiniz ki, ben onların yerinde olsaydım kutsal ruhlarımı Batılıların Akropolis?ine yeğlerdim. İyi: Anladınız. Ancak tamamen değil, zira siz onların yerinde değilsiniz. Henüz değilsiniz. Yoksa, onların seçme haklarının olmadığını bilirdiniz, her ikisini de kabul etmek zorundalar. İki dünya: Bu iki tasallut demektir; bütün gece dans ederler ve şafakta ayine katılmak için kiliseleri doldururlar: Yarık günden güne büyür. Düşmanımız kardeşlerine ihanet edip bizim işbirlikçimiz oluyor; kardeşleri de aynı şeyi yapıyor. Yerlilik sömürgecinin sömürgeleştirilmiş halkta, o halkın rızasıyla, oluşturduğu ve sürdürdüğü nevrozdur.
İnsanlık sıfatını aynı zamanda hem kabul etmek hem de yadsımak: Bu çelişki patlayıcıdır. Ve patlar da. Bunu benim kadar siz de biliyorsunuz. Çok kritik bir zamanda yaşıyoruz. Artan doğum oranı daha fazla kıtlık yarattığı zaman, dünyaya yeni gelenlerin yaşamaktan ölmekten daha çok korktukları zaman, şiddetin fırtınası herşeyi yerle bir eder. Cezayir?de, Angola?da, Avrupalılar görüldükleri yerde katlediliyorlar. Bu bumerang zamanıdır, şiddetin üçüncü zamanıdır: Bizim üzerimize geri döner, bizi vurur ve bu kez de, yine, bunun bizim şiddetimiz olduğunu öncekilerde olduğundan daha fazla kavramış olmayız. Liberaller aptallaşmış halde kalırlar: Yerlilere karşı yeterince nazik olmamış olduğumuzu, onlara mümkün olduğu ölçüde bazı haklar tanımamış olduğumuzu oysa bunun daha doğru ve daha temkinli bir tutum olduğunu kabul ederler: Onların en çok istedikleri, onları himayesiz ve sürüler halinde, bu çok kapalı kulübe, bizim türümüze, kabul etmemizdi ve işte bu vahşice ve çılgın patlama onları kötü sömürgecilerden farksız kılıyor. Anavatan solu utanmıştır: Yerlilerin gerçek kaderini, amansız bir baskıya maruz kalmış olduklarını kabul etmekte, onların isyanlarını mahkum etmemektedir, zira bizim bu isyanı kışkırtmak için herşeyi yapmış olduğumuzu bilmektedir. Ancak, yine de bazı sınırların bulunduğunu, bu gerillaların yüreklerinde şövalyelik tutkusunun bulunduğunu göstermelerinin gerektiğini; bunun onların kendilerinin de insan olduklarını kanıtlamalarını sağlayacak en iyi olanak olduğunu düşünür. Sol, kimi kez, onları uyarır: ?Çok ileri gidiyorsunuz, sizi artık desteklemeyeceğiz.? Yerliler bu uyarıya aldırış etmezler: Destekleri onların olsun. Savaşları başladığında şu katı gerçeği görmüşlerdir: Onlardan hepimiz yararlandık, kanıtlamaları gereken hiçbir şey yok, kimseye yaranmaya çalışmayacaklar. Bir tek görev, bir tek amaç var: Sömürgeciliği eldeki tüm olanakları kullanarak yok etmek, ve içimizden en ileri görüşlü olanlar, gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, fakat bu güç sınavında aşağılık insanların bir insanlık bildirgesi koparmak için tümüyle insanlık dışı vasıtalar kullandıklarını görmezlik edemiyorlar: Öyleyse, bu hak onlara en kısa sürede verilsin ancak onlar da barışçı girişimlerle bunu hak etmeye gayret etsinler. Nefslerimiz ırkçıdır.
Fanon?u okumak onlara yararlı olur: Fanon bu bastırılamayan şiddetin ne saçma bir fırtına, ne vahşi içgüdülerin ayaklanması ve hatta ne de küskünlüğün sonucu olduğunu mükemmel bir biçimde göstermektedir: Bu şiddet insanın kendini yeniden oluşturmasıdır. Şu gerçeği sanıyorum, bir zamanlar kavramıştık, sonra unuttuk; şiddetin izlerini hiçbir kibarlık silemez, onları yalnızca şiddet yok edebilir ve sömürge sömürgelik nevrozundan ancak sömürgeciyi silahla kovduğunda kurtulur. Öfkesi taştığı zaman masumluğunu tekrar bulur ve kendi benliğini yarattığı ölçüde kendini tanır; uzaktan, biz onun savaşını barbarlığın zaferi olarak görürüz, fakat bu savaşın kendisi giderek savaşanın kurtuluşuna yol açar, kendisindeki ve kendisinin dışındaki sömürgesel karanlıktan yok eder. Bu savaş başından beri amansızdır. Ya dehşete düşülür, ya da dehşete düşüren taraf olunur: Yani ya bozuk ve tutarsız bir yaşamın çözülmelerine kapılınır ya da doğal birliğe sahip olunur. Köylülerin eline silah geçtiği zaman eski efsaneler söner ve yasaklamalar, engeller, birer birer devrilir; bir savaşçının silahı onun insanlığıdır. Zira, isyanın ilk aşamasında öldürmek gerekir: Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır; aynı zamanda hem bir ezeni hem de bir ezileni yok etmektir. Sonuçta ortada bir ölü insan ve bir özgür insan olur; sağ kalan ilk kez ayaklarının altında ulusal bir toprağın varlığını duyumsar. Artık ulus ondan (onun bilincinden) uzak olan bir kavram değildir, öyle ki, özgürlüğü ile ulus içiçe girmiştir. Ancak, ilk şaşkınlıktan sonra sömürgeci ordusu saldırıya geçer: Ya birleşilecektir ya da sömürgeci ordusunun katliamı sonucunda yok olunacaktır. Kabilesel anlaşmazlıklar ortadan kaldırılır: Öncelikle, devrimi tehlikeye atacaklarından dolayı ve sonra da şiddeti yanlış düşmana yöneltmiş olmaktan başka bir işe yaramayacaklarından dolayı. Kongo?da olduğu gibi, bu anlaşmazlıklar sürüp giderse bu onların sömürgecilik ajanlarınca körüklenmekte olmalarından dolayıdır. Ulus harekete geçer: Afrika?nın hangi bölgesinde olursa olsun, savaşan diğer kardeşleri her kardeşin ulusudur. Onların kardeşlik sevgileri size duydukları kinin tersidir: Her biri sömürgeci öldürmüş oldukları ve fırsat düştüğü her an da öldürebilecek oldukları için kardeştirler. Fanon okuyucularına ?kendiliğindenliğin? sınırlarını, ?örgütlenme?nin gerekliliğini ve tehlikelerini göstermektedir. Ancak, davanın azameti ne olursa olsun, girişimin her aşamasında devrimci bilinç derinleşir. Son kompleksler de yok olur, birisi gelsin de bize Cezayir Kurtuluş Ordusu (ALN) askerinin ?bağımlılık? kompleksinden söz etsin bakalım. Gözündeki perdeden kurtulan köylü gereksinimlerinin bilincine varır: Daha önce o gereksinimlerin peşinde koşmaya kalkışmak onu öldürtmek için yeterliydi ve dolayısıyla onları bilmezden gelmeye çalışırdı, fakat artık onların sonsuz gereksinimler olduklarını keşfeder. Bu halkın savaşında, ki beş yıl, Cezayir?deki gibi sekiz yıl, sürebilir, askeri, politik ve sosyalgereklilikler birbirinden ayırdedilemez. Savaş, yalnızca komuta ve sorumluluk konusunu koyarak, barışın ilk kurumları olacak olan yeni yapılar kurar, işte yeni geleneklerine varıncaya dek oluşturulan insan, her gün ateş altında doğan bir yasayla meşrulaştırılan korkunç bir ?bugün?ün gelecekteki kızları; öldürülen, denize dökülen ya da asimile edilen son sömürgeci ile birlikte bu azınlık türü de -yerini sosyal kardeşliğe bırakarak- yok olur. Ve bu da yetmez: Bu savaşçı tüm aşamaları kateder; zira, siz de kabul edersiniz ki, yaşamım, eskiden olduğu gibi, anavatanın (bu kez yaşlanmış) bir sakini olmak için tehlikeye atmamıştır. Sabırlılığma bakınız: Belki, kimi kez, yeni bir Dien-Bien-Phu?nun hayalini kuruyor, fakat buna gerçekten inandığını da sanmayın: O, yoksulluğunun içinde, iyi silahlanmış olan zenginlere karşı savaşan bir dilencidir. Kimi kez kesin zaferler bekleyerek ve çoğu kez de hiç bir şey beklemeyerek rakiplerini iyice zorluyor. Bu mücadele korkutucu kayıplar vermeksizin? olmaz: Sömürgeci ordusu vahşileşir: Mimlemeler, temizlik harekatları, nüfusun başka yerlere gönderilmesi, sınır dışı etmeler başlar ve kadınlar ile çocukların da öldürüldüğü olur. Yerli bunu bilir: Bu yeni insan insanlık yaşamına sondan başlar: Kendisini gücül olarak ölü kabul etmektedir, öldürülecektir: Söz konusu olan bir ölüm tehlikesi değidir, öldürüleceğinden emindir, bu gücül ölü karısını, oğullarını yitirmiştir, o kadar çok insanı can çekişirken görmüştür ki ya zafer ya ölüm der: Zaferi yitirip de sağ kalmaktansa ölmeyi yeğler; başkaları zaferin tadını çıkaracaklardır, fakat o değil, zira o çok fazla bıkkındır. Fakat, bu yürek yorgunluğu inanılmaz bir cesaretin temelinde yer alan birşeydir. Biz insanlığımızı umutsuzluğun ve ölümün berisinde buluyoruz, o ise işkencelerin ve ölümün ötesinde bulur. Biz rüzgar ektik, biçtiğimiz fırtına o oldu. Şiddetin çocuğu olarak o, insanlığını her an şiddetten alır: Biz onun sırtından insan olmuştuk, o da kendisini bizim sırtımızdan insan yapar.
Başka bir insan: Daha iyi nitelikli.
Fanon burada durur. Yolu göstermiştir: O savaşanların sözcüsüdür, birlik, Afrika kıtasının tüm anlaşmazlıklara ve tüm bölünmelere karşı birleşmesi, çağrısını yapmıştır. Amacına ulaşıldı: Sömürgelikten kurtuluş tarihsel olgusunu bütünüyle anlatmak isteseydi bizden söz etmesi gerekirdi: Kuşkusuz, onun niyeti hiç de bu değil. Fakat, Fanon?un kitabının kapağını kapattığınız zaman, kitap, yazarına rağmen, içinizde varlığını sürdürür; zira biz ayaklanan halkların gücünü hissediyoruz ve ona güç ile yanıt veriyoruz. Dolayısıyla, şiddetin yeni bir süreci oluşuyor ve bu kez, sözkonusu edilmesi gerekenler biziz, zira bu şiddet sahte yerlinin onun vasıtasıyla değişmesi ölçüsünde bizi de değiştiriyor. Herkes istediği gibi düşünebilir. Yeter ki düşünsün: Fransa?dan, Belçika?dan, İngiltere?den indirilen darbelerle sersemlemiş olan bugünün Avrupasında aklın en ufak bir sapması bile sömürgecilik suçunda işbirlikçi olmaktır. Bu kitabın önsöze hiç gereksinimi yoktu, zira bize hitap etmiyor. Yine de, tartışmayı sonuçlandırmak için bir önsöz yazdım; biz Avrupalılar da sömürgecilikten kurtarılıyoruz: Demek istiyorum ki, her birinin içindeki sömürgeci kanlı bir işlem ile söküp atılıyor. Cesaretimiz varsa kendimize bir bakalım ve başımıza ne geldiğini görelim.
Öncelikle, şu beklenmedik görüntü ile karşı karşıya gelmeliyiz: İnsancıllığımızın striptizi. İşte çırılçıplak haldeki insancıllığımız; güzel bir görüntü değil.
Kitabın Künyesi
Yeryüzünün Lanetlileri / Frantz Fanon
Çevirmen: Şen Süer
Yayınevi: Versus
Yayın Tarihi: Kasım 2007
314 sayfa
Franz Fanon’un Hayatı (1925 – 1961)
Frantz Fanon Martinik?in başkenti Fort-de-France?da 20 Temmuz 1925?te, asırlar önce buraya Afrika?dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve Fransız asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyahî ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi küçük bir dükkan işletiyordu, babası ise gümrük müfettişiydi. Frantz?ın öğretmenlerinden birisi sol politikayla meşgul olan bağımsızlık yanlısı genç şair ve entellektüel Aime Cesaire?ydi. Ancak bu dönemde Frantz kendisini tamamıyla Fransız hissediyor ve 1943?te ?anavatan? Fransa?yı savunmak üzere de Gaulle?ün Hür Fransız Kuvvetleri?ne katılmakta bir beis görmüyordu. Bir Fransız vatandaşı olarak kimliğini sorgulamaya hiç lüzum görmüyordu, zira onlara ?medeniyeti bahşeden beyaz insanlarla? çoktan özdeşleşmişti.
Fanon 1944 yılında Martinik?ten ayrıldı ve Kuzey Afrika?da kısa bir eğitimden sonra İsviçre cephesinde savaşa katıldı. Burada yaralanan Fanon?a Fransız hükûmeti tarafından cesaret nişanı verilecektir. Kendisine nişanı veren dönemin komutanının yıllar sonra Cezayir Bağımsızlık Savaşı?nı bastırmak amacıyla görevlendirilmesi de, tarihin tuhaf bir cilvesi olsa gerektir.
Savaş bitince Frantz Fanon Martinik?e döner ve Aime Cesaire?nin seçim kampanyasında etkin bir biçimde görev alır. 1946 yılında Lyons?ta tıp okumak amacıyla tekrar Fransa?ya gelir. Bu dönem zarfında yalnızca tıpla değil edebiyat ve felsefeyle de ilgilenir. Merleau-Ponty?nin derslerine devam eder, pek çok edebiyat ve felsefe adamının kitaplarını okur, öğrenci siyasetiyle ilgilenir. Bu dönemde Tam-Tam adlı bir öğrenci dergisi çıkarır. Tıp çalışmalarının dördüncü yılında psikiyatriye yönelir. Lyons?ta o dönemde psikanaliz ve sosyal psikiyatrinin adı bile geçmez, bölüm başkanı organikçi ekolün önde gelen bir temsilcisi ve bir psikoşirürji meraklısıdır.
Fanon Siyah Deri, Beyaz Maske adlı ilk kitabını psikiyatri asistanıyken yazmış ve bu ilk kitabıyla ırkçılığı tartışmaya açmıştır. ?Radyomu açtığımda, zencilerin Amerika?da linç edildiğini duyuyorum? diye yazar. ?Anlaşılan birileri bize yalan söylemiş. Meğer Hitler ölmemiş!?
Frantz Fanon bu kitabını bitirme tezi olarak sunmak istediyse de, isteği bölüm başkanı tarafından geri çevrilir ve Friedrich ataksisi üzerine bir tezle 1951 yılında tıp eğitimini tamamlar. 1952?de yayınlanan bu kitap, kendi kişisel hikâyesini damıttığı, Fransa?da bizzat tecrübe ettiği ırkçılığı teşrih masasına yatırdığı, Sartre, Adler, Hegel ve Lacan?dan etkiler taşıyan bir eserdir.
Bütün Martinikli çocuklar gibi, Fanon da okulda atalarının mavi gözlü sarı saçlı Gaul?ler olduğuna inandırılarak yetiştirilmişti. Fanon Martinikli siyah ailelerin pek çoğunda görülen zenci düşmanlığının beyaz kültürel stereotiplerin içselleştirilmesiyle ortaya çıktığını yazar. Siyah adamın beyaz olma arzusunu obsesyonel nevroza benzetir ve aşağılık duygusunun olumlu bir benlik imgesini engellediğini söyler. Bu durum Aime Cesaire gibi entellektüeller 1930?larda zenciliklerini gururla savunmaya başlayana dek sürecektir. Ancak Fanon?a göre, zenciliğin kutsanması onu yaratan durumu anlamamızı sağlamamaktadır. Sartre?ın antisemitizmin kökenleri konusundaki tezlerini uyarlayarak, aşağı zenciyi üretenin sömürge ırkçısı olduğunu söyler.
Fanon?un meslekî anlamda şekillendiği yıllar, dağlık bir bölgede yer alan Saint-Alban kliniğinde geçirdiği yıllardır. Saint-Alban savaş yıllarında bir direniş merkezi olmasının ötesinde, duvarların olmadığı, kıtlık zamanında bir tek hastanın bile açlık nedeniyle hayatını yitirmediği sıradışı bir kurumdur. Bu kuruma ve Fanon?un mesleki gelişimine rengini veren, Tosquelles adında, Franco İspanyası?ndan Fransa?ya iltica etmiş bir Katalan psikiyatrdır. Tosquelles Fanon?a hastalarını dinlemeyi, toplantıları idare etmeyi, psikanalizi hasta değerlendirmelerinde kullanmayı öğretir. Saint-Alban?da yürütülen kurumsal tedavi, psikanalitik ve fenomenolojik geleneklere yaslanan, ama ilaç ve elektroşok tedavisini de kullanan eklektik bir uygulamadır.
Psikiyatri uzmanlığını aldıktan sonra, Fanon bir süre Fransa?da geçici bir görevde çalışır ve daha sonra Cezayir?in Blida şehrindeki psikiyatri hastanesine şef olarak atanır. Burada, istifa ettiği 1956 yılına dek çok hareketli bir mesleki hayatı olur: Bu kalabalık hastanede pek çok reform yapar, yanısıra araştırmalar yürütür, makaleler yayınlar. Bu esnada siyah politikada da öne çıkan bir isim olmaya başlamışsa da, temel ilgisi Cezayir bağımsızlık savaşı üzerinde yoğunlaşır. Kısa bir süre sonra Cezayir Kurtuluş Cephesi ile temasa geçer. Yaralı savaşçılar gizlice hastanede tedavi edilir. Kliniğinde hem işkence kurbanlarıyla hem de Fransız ordusunun edilgenleştirme politikasının asli bir unsuru haline gelen işkence uygulayıcılarıyla uğraşmaktadır. 1956?da yaşadıkları ve gördükleri tahammülü aşan boyutlara ulaşınca istifa eder. Fransız yerleşimcilerin Cezayir köylerine girerek rastgele insan öldürdükleri ve ? fare avı? olarak isimlendirdikleri vandalizm hastaneye de girmiştir. Bazı hastane çalışanları tutuklanmış; kimisi işkenceden geçirilmiş, kimi de sonsuza dek yok edilmiştir. Çalışma arkadaşlarından bir hekim ağır bir işkenceden geçirildikten sonra ölmesi için bir domuz çiftliğine bırakılmıştır meselâ. Bakana yazdığı istifa mektubunda ?Eğer psikiyatri insanın yaşadığı çevreye yabancılaşmasını azaltmaya yönelik bir teknikse? der, ?Cezayir?deki Fransız politikası Arap nüfusu bütünüyle yabancılaştırmış ve onları mutlak bir depersonalizasyon içinde yaşamaya mahkum etmiştir.?
Cezayir?i iki gün içinde terketmesi istenir. Artık o kendi deyimiyle ?Ne bir Martinikli, ne de bir Fransız; sadece Cezayirli?dir.
Cezayir?den sürülmesinin ardından, Tunus?a geçer ve burada ülkenin ilk gündüz hastanesini kurar. Bu arada politik etkinliğine yoğun bir biçimde devam etmektedir, Cezayir Direnişi ve el-Mücahid dergilerinin editörlüğünü yürütür. Cezayir Kurtuluş Cephesi?nin sözcülüğünü yapar. Kendisine iki kez suikast girişiminde bulunulursa da, bunları ufak yaralarla atlatır. Geçici Cezayir hükûmeti adına Afrika ülkeleriyle ilişkileri yürütür, bu esnada pek çok Afrika lideriyle tanışır. Aralık 1960?da lösemi olduğunu öğrenir. Ancak hastane çalışmalarını ve bağımsızlık hareketi yandaşları için eğitimciliği sürdürür.
1961 Nisan?ında başyapıtı ya da politik vasiyetnamesi sayılabilecek ünlü eseri Yeryüzünün Lanetlileri?ni yazmaya başlar. Bu eserde, Cezayir?deki gibi bütün seçenekler tüketildiğinde, sömürgecilere yönelik şiddetin meşrulaşacağını öne sürer. Yeryüzünün lânetlileri?kırların topraksız köylüleri ve kenar mahallelerin mülksüzleri?yeni bir insan ve yeni bir hümanizmin doğmasına izin verecek yegâne kuvvet olarak görülür.
Bu eserinde Fanon sömürgeciliğin ve işkencenin yol açtığı psikiyatrik hastalıkları ayrıntılı bir biçimde tartışır. Yeryüzünün Lânetlileri zamana ve ölüme karşı amansız bir yarışla yazılmıştır.
Bu arada sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Tedavi amacıyla Rusya?ya götürülürse de, Rus doktorlar ona lösemi tedavisi konusunda daha uzman bir kuruluşa başvurmasını önerirler. ABD?de Ulusal Sağlık Enstitüsü?ne götürülür. Tedaviye hemen başlanmaz, bir hafta bir otel odasında bekletilir. Kliniğe yattığı zaman hayatından ümit kesilmiştir artık. Kasım ayının sonlarında kitabının basılı örneğini görme imkânı bulur. Hasta yatağında hâlâ kitap taslakları üzerinde çalışmaktadır. Washington?da tedavisine başlandıktan bir süre sonra, 6 Aralık 1961?de yalnız başına hayata veda eder. Ölüm haberi Paris?e ulaşır ulaşmaz, polis Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabını insanları baştan çıkardığı gerekçesiyle toplatır. ABD?ye gitmeden önce Cezayir toprağına gömülmeyi vasiyet etmiştir ve bu vasiyete uyularak Cezayir?de mücadele arkadaşlarının yanına defnedilir. Cezayir 1962 Temmuz?unda bağımsızlığına kavuşur.
Frantz Fanon’un sömürgeciliğin sömürge halkları üzerindeki psikolojik sonuçlarını analiz etmeye çalıştığı en ünlü eseri olan Yeryüzünün Lanetlileri sömürgecilik karşıtı mücadelenin ve Üçüncü Dünya’nın özgürlüğünün manifestosu olarak bilinmektedir. Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin ve Amerika birleşik Devletleri’ndeki Kara Panterler örgütünün esin kaynağı olmuştur.