“Fanon’u
okuyun. Fanon, bu bastırılamaz şiddetin ne de bir bardak suda fırtına, ne
barbar içgüdülerinin yeniden ortaya çıkışı ne de bir hınç olduğunu kusursuzca
gösteriyor: kendine gelen insandır bu.” Jean-Paul Sartre
Yaşamını
sömürgeciliğe karşı mücadeleye adayan Frantz Fanon, 1961 Nisan?ında başyapıtı
ya da politik vasiyetnamesi sayılabilecek ünlü eseri (The Wretched of the
Earth) Yeryüzünün Lanetlileri?ni yazmaya başlar. Bu eserde, Cezayir’deki gibi
bütün seçenekler tüketildiğinde, Fransız sömürgecilerine yönelik şiddetin
meşrulaşacağını öne sürer. Yeryüzünün lânetlileri – kırların topraksız
köylüleri ve kenar mahallelerin mülksüzleri – yeni bir insan ve yeni bir
hümanizmin doğmasına izin verecek yegâne kuvvet olarak görülür.
Bu eserinde Fanon sömürgeciliğin ve işkencenin yol açtığı psikiyatrik
hastalıkları ayrıntılı bir biçimde tartışır. Yeryüzünün Lânetlileri zamana ve
ölüme karşı amansız bir yarışla yazılmıştır.
Bu arada sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Tedavi amacıyla Rusya?ya götürülürse
de, Rus doktorlar ona lösemi tedavisi konusunda daha uzman bir kuruluşa
başvurmasını önerirler. ABD?de Ulusal Sağlık Enstitüsü?ne götürülür. Tedaviye
hemen başlanmaz, bir hafta bir otel odasında bekletilir. Kliniğe yattığı zaman
hayatından ümit kesilmiştir artık. Kasım ayının sonlarında kitabının basılı
örneğini görme imkânı bulur. Hasta yatağında hâlâ kitap taslakları üzerinde
çalışmaktadır. Washington?da
tedavisine başlandıktan bir süre sonra, 6 Aralık 1961?de yalnız başına hayata
veda eder. Ölüm haberi Paris?e
ulaşır ulaşmaz, polis Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabını insanları baştan
çıkardığı gerekçesiyle toplatır. ABD?ye gitmeden önce Cezayir toprağına
gömülmeyi vasiyet etmiştir ve bu vasiyete uyularak Cezayir?de mücadele arkadaşlarının
yanına defnedilir. Cezayir 1962 Temmuz?unda bağımsızlığına kavuşur.
?Yeryüzünün Lanetlileri?, ilk kez 1961?de, François Maspero?ca yayımlandı ve
kitapta, Jean-Paul Sartre?ın önsözü vardır. Kitapta, Fanon, ulusal kurtuluş
mücadelesinde sınıfın, ırkın, ulusal kültürün ve şiddetin rolünü çözümler.
“Yeryüzünün Lanetlileri”ne Önsöz – Jean Paul Satre
Çok uzun olmayan bir zaman önce yeryüzünde iki milyar insan vardı, bunların beş
yüz milyonu insandı, bir milyar beş yüz bini de yerliydi. Sözü birinciler
söylüyor, ötekiler de öğrenince taklit ediyorlardı. Bu iki kesim arasında küçük
devletlerin kralları feodaller, baştan aşağı uyduruk bir burjuvazi aracılık
işlevi görüyordu. Sömürgelerdeki gerçek çıplaktı: ?Metropol?ler onun giysili
olmasını istiyorlardı, yerlinin onları sevmiş olması gerekiyordu. Onlar bir tür
anneleriymişçesine Avrupalı elit bir yerli elit oluşturmaya girişti, ergenlik
çağındaki gençler seçiliyordu, bunların alınlarına kızgın demir ile Batı
kültürünün ilkelerinin damgası basılıyordu, ağızlarına ses çıkartmayı
engellemeyen tıkaçlar, dişlere yapışan ve dili hamur çiğnemiş gibi yapışkan
kılan büyük sözcükler tıkılıyordu.
Bu, sona erdi.
Ağızlar kendi başlarına açıldılar, sarı ve siyah sesler yine insancıllıktan söz
ediyorlardı fakat artık konu bizim insancıl olmayışımızdı. Biz bu sevimli sert
eleştirileri hoşnutsuzluk duymadan dinliyorduk. Bu önce, bizde gururlu bir
hayranlık doğurdu. ?Nasıl, görüyor musunuz! Kendi başlarına konuşuyorlar! Bakın
onları nasıl adam ettik! İdeallerimizi kabul
edecek olduklarından kuşkumuz yoktu, değil mi ki bizi o ideallere sadık
olmamakla suçluyorlardı?; bir kezlik, Avrupa kendi misyonuna inandı. Asyalıları
Helenleştirmişti, şu yeni, türü Greko-Latin Zencileri yaratmıştı. Tamamen kendi
aramızda hemen ekliyorduk, bırakalım ötsünler, bu onları rahatlatır. Havlayan
köpek ısırmaz.
Başka bir
kuşak geldi, sorunun konumunu değiştirdi. Bu yeni kuşağın yazarları, ozanları,
inanılmaz bir sebat ile bizim değerlerimizin onların yaşamlarının gerçekleriyle
bağdaşmadığını, bu değerleri ne tümüyle dışlayabildiklerini ne de tümüyle
özümseyebildiklerini bize anlatmaya çalıştılar. Kısacası, şunu söylemek
istiyorlardı: Bizi aykırı yaratıklar haline getiriyorsunuz, insancıllığınız
bizim evrensel olduğumuzu ileri sürüyor, ırkçı uygulamalarınız ise bizi
parçalıyor. Onları rahat bir halde dinliyorduk: Sömürge yöneticileri Hegel
okumak için para almıyorlardı, ki zaten onu çok az okuyorlardı, ancak onların
bedbaht bilinçlerin çelişkilerinin sıkıntısı içinde bulunduklarını bilmek için
de bu filozofa gereksinimleri yoktu. ?Ellerinden gelen hiçbir şey yok.
Dolayısıyla felaketlerini sürdürelim, birşey yapamazlar. Uzmanlar, onların
sızlanmalarında bir hak talebi sözkonusuysa bu entegrasyon talebi olacaktır,
diyorlardı bize. Kuşkusuz onlara bu hak verilemezdi; aksi takdirde bilindiği
gibi sömürüye dayalı olan sistem yıkılırdı. Ancak onların gözlerinin önünde şu
havucu tutmak yeterliydi: Onlar dörtnala koşacaklardı. İsyana gelince, bu
konuda hiçbir endişemiz yoktu. Hangi aklı başında yerli kalkar da Avrupa?nın
üvey oğullarını yalnızca onlar gibi Avrupalı olmak için katlederdi? Kısacası bu
melankolileri cesaretlendiriyorduk ve Goncourt ödülünü bir kezlik olarak bir
Zenciye vermekte bir mahzur görmedik. Bu 1930?lar öncesinde oldu.
Yıl 1961.
Dinleyiniz: ?Kısır teranelerle ya da iç bulandırıcı taklitlerle zaman
yitirmeyelim. İnsandan söz etmeyi sürdürmekle birlikte, rastladığı her yerde,
dünyanın her tarafında, kendi sokaklarının her köşesinde insanı katleden bu
Avrupa?yı terkedelim. İşte, yüzyıllardır, bir sözde ?tinsel serüven? adına,
insanlığın hemen hemen tümünü zaptediyor.? Bu yeni bir ton. Bu yeni tona cüret
edebilmiş olan kim? Bir Afrikalı, Üçüncü Dünya insanı, eski sömürge. Ekliyor:
?Avrupa böylesine çılgın, dengesiz bir hızla çok derin uçurumlara doğru
gidiyor, ondan uzaklaşmakta yarar var.? Başka bir deyişle; Avrupa kötü. Bu hoş
olmayan bir gerçek fakat hepimiz bunun böyle olduğuna sapına kadar inanıyoruz
değil mi kıtadaşlarım??
Ancak, bir
hususu belirtmek gerekir. Bir Fransız, örneğin, diğer Fransızlara ?işimiz
bitik!? dediğinde -ki, 1930?lardan bu yana, hemen her gün bu söz
söylenmektedir- bu öfke ve aşk ile yanıp tutuşmuş birinin sözüdür, söyleyen
kendini tüm diğer yurttaşlarıyla bir tutmaktadır. Ve sonra genel olarak şunu
ekler: ?Ne var ki…? Ne olduğu malumdur: Artık hiçbir hataya tahammül yoktur,
şayet öğütlerine harfi harfine uyulmazsa, işte o zaman ülke mahfolur. Kısacası,
bu, arkasından bir öğüdün geldiği, bir tehdittir ve bu sözler diğer
yurttaşların bu sözlere katılımı ölçüsünde daha az şoke edicidir. Fanon ise,
tersine, Avrupa?nın kendi mahfına doğru koştuğunu söylerken, bir alarm çığlığı
atıyor olmaktan çok uzaktır, o bir teşhis koymaktadır. Bu doktor ne Avrupa?yı
iflahı olmayan bir biçimde mahkum ettiğini -ki, mucizeler her zaman olmuştur-
söylemektedir, ne de ona tedavi reçeteleri sunmaktadır: Onun can çekişmekte
olduğunu belirlemektedir. Dışarıdan belirleyebildiği arazlara dayanarak onu
tedavi etmeye gelince, hayır, o bu işte yoktur. Onun kafasında başka kaygılar
vardır; Avrupa ölmüş kalmış onun umurunda değildir, Dolayısıyla, kitabı skandal
niteliğindedir. Ve şayet, hafife alarak ve hoşnutsuzlukla bu kitap ?Bize ne
getiriyor!? diye mırıldanırsanız skandalın gerçek doğasını gözünüzden
kaçırırsınız. Zira, gerçekten Fanon size hiçbir şey getirmediğinden, kitabı
-başkaları için çok yakıcı olmasına karşın- sizin için buz gibi soğuk kalır ve
dolayısıyla kitapla yeterince ilgilenmeyebilirsiniz. Kitapta sık sık sizden söz
edilir, fakat hiçbir zaman size hitap edilmez. Siyah Goncourt?lar ve sarı Nobel?ler
sona ermiştir: Sömürgelere artık ödül verilmeyecek. Fransız dilini konuşan bir
eski yerli bu dili yeni gereksinimlere uygun olarak ?eğip bükmekte?,
kullanmakta ve yalnızca sömürgelere seslenmektedir: ?Tüm az gelişmiş ülkelerin
yerlileri birleşiniz!? Ne düşüş: Babaları için tek konuşmacılar bizlerdik,
oğullar ise bizi artık muhatap olarak bile almıyorlar, bizler yalnızca söylem
konularıyız. Kuşkusuz Fanon söz arasında bizim ünlü suçlarımıza, Setif?e,
Hanoi?ye, Madagaskar?a değiniyor, fakat onları mahkum etmeye çalışmıyor: Onları
kullanıyor. Sömürgeciliğin taktiklerini, sömürgecileri anavatanlarıyla
birleştiren ve ayıran ilişkilerin karmaşık oyununu, ortaya koyması kardeşleri
içindir; amacı onlara bizim oyunlarımızı bozmayı öğretmektir.
Kısacası,
Üçüncü Dünya bu ses ile kendini keşfediyor ve kendisine sesleniyor. Üçüncü
Dünya?nın farklılıklarla dolu olduğu, orada hâlâ köle durumundaki halkların,
sahte bir bağımsızlık elde etmiş olan halkların, hükümranlık elde etmek için
çarpışmakta olan halkların, nihayet tam özgürlüğü elde etmiş fakat emperyalist
bir saldırganlığın sürekli tehdidi altında olan halkların bulunduğu biliniyor.
Bu farklılıkları sömürgeciliğin tarihsel süreci oluşturmuştur, yani baskıların
sonucudurlar. Metropol, kimi yerlerde birkaç feodali satın almakla yetinmiştir;
kimi yerlerde yönet burjuvazisi yaratmıştır, kimi yerleri de, bir taşla iki kuş
vurarak, hem sömürü hem de kendi yurttaşları için yerleşim alanları haline
getirmiştir. Böylece, Avrupa bölünmeleri, zıtlıkları artırmış, sınıflar ve
hatta kimi kez ırkçılıklar yaratmıştır, sömürge toplumların katmanlaşmasını ve
bu katmanlaşmanın artmasını sağlamaya çalışmıştır. Fanon hiçbir şeyi
gizlemiyor: Eski sömürge bize karşı mücadele etmek için kendi kendisiyle
mücadele etmek zorundadır. Ya da, daha çok, ikisi aynı şeydir. Savaşın
sıcaklığı tüm iç engelleri eritir; işadamlarından ve kompradorlardan oluşan
güçsüz burjuvazi, her zaman imtiyazlı bir konumda olan kent proletaryası,
bidon-kentlerin lümpen proletaryası, bunların tümü ulusal ve devrimci ordunun
yedek gücü olan kırsal kitlenin tutumu doğrultusunda tavır alırlar. Zira,
sömürgeciliğin gelişmesini kasten durdurduğu bu ülkelerde köylülük ayaklandığı
zaman çabucak radikal sınıf haline gelir. Zira, baskıyı en yoğun biçimde yaşar
ve kentlerdeki işçilerden çok daha fazla eziyet çeker. Açlıktan ölmemesi için,
en azından var olan tüm yapıların tamamen yıkılması gerekir. Zafere
ulaşıldığında ulusal devrim sosyalist olacaktır; ayaklanması durdurulduğunda ve
iktidara yerli burjuvazi geçtiğinde, yeni devlet, biçimsel egemenliği olsa da
emperyalistlerin elinde kalmış olacaktır. Katanga örneği bunu yeterince
açıklar. Üçüncü Dünya?nın birliği henüz sağlanamamıştır. Bağımsızlığın
öncesinde olduğu kadar sonrasında da, tüm sömürge halkların, her ülkede, köylü
sınıfının kumandası altında birleşmesini sağlamaktan geçen bir girişim söz
konusudur. Fanon?un Afrika, Asya ve Latin Amerika?daki kardeşlerine açıkladığı
şey şudur: Ya devrimci sosyalizmi her yerde ve hep birlikte gerçekleştireceğiz
ya da eski tiranlarımız tarafından tek tek mağlup edileceğiz. Fanon hiçbir şeyi
saklamıyor, ne zayıflıkları, ne anlaşmazlıkları, ne de gizemlileştirmeleri.
Şurada hareket kötü bir başlangıç yapmış, burada, başlangıçtaki çarpıcı
başarılarının ardından hız yitimine uğramış, başka yerlerde duraklamış ve
yeniden başlaması isteniliyorsa burjuvazilerini başlarından atmaları gerekiyor.
Okuyucuyu en tehlikeli yabancılaşmalara-lider (örneği) kişilik kültüne, Batı
kültürüne ye aynı şekilde geçmişteki Afrika kültürüne dönüşe karşı sertçe uyarıyor.
Zira, gerçek kültür devrim kültürüdür, yani devrim sırasında sıcağı sıcağına
gelişen, kültürdür. Fanon yüksek sesle konuşuyor, Biz Avrupalılar onu
duyabiliyoruz: Elinizde tuttuğunuz bu kitap bunun kanıtıdır. Peki, Fanon
sömürgeci güçlerin onun içtenliğinden yararlanabileceklerinden korkmuyor mu?
Hayır, Fanon
hiçbir şeyden korkmuyor. Zaten bizim yöntemlerimiz çürümüş, bazen kurtuluşu
geciktirebilirler, fakat önleyemezler ve yöntemlerimizi değiştirebileceğimizi
de düşünmeyelim, yeni-sömürgecilik (neo-colonialisme), Metropollerin bu tembel
düşü, artık boştur. ?Üçüncü Güçler? yoktur ya da varsalar bile bunlar zaten
sömürgeciliğin iktidara geçirmiş olduğu bidon-kent burjuvazileridir.
Yalanlarımızı birbiri ardından açığa çıkarmış olan bu iyice uyanmış dünyada
bizim Makyavelizm?imizin artık yapabileceği pek bir şey yok. Sömürgelerdeki
adamlarımızın bir tek çareleri vardır: Güçleri kalmışsa, şiddet kullanmak;
yerlinin de yapacağı bir tek secim var: Ya kölelik ya da hükümranlık. Bu kitabı
okuyup okumamanız Fanon?a ne yazar. O bu kitabı eski hilelerimizi kardeşlerinin
gözlerinin önüne sermek için yazmıştır, yapacak başka hilelerimizin
kalmadığından da emindir. Kardeşlerine diyor ki: ?Avrupa pençelerini
kıtalarımıza geçirdi, bu pençelere onları çekene kadar vurmalıyız; çağımızın
bizim yararımıza olan bir yönü şu ki: Bizerta?da, Elizabethville?de, ya da
Cezayir Bledin de olan biten her şeyden tüm yeryüzünün haberi oluyor. Bloklar
karşıt tarafları tutuyorlar ve birbirlerini kolluyorlar, bu durumdan
yararlanalım, tarihte yerimizi alalım ve bu yerimizi alışımız tarihi ilk kez
evrenselleştirsin. Savaşalım, başka silahımız olmasa bile çakı bıçağımız bize
yeter.?
Avrupalılar bu
kitabı açıp içine girin. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra gece vakti bir
ateşin çevresinde toplanmış olan yabancıları göreceksiniz; yaklaşıp onları
dinleyin, zira onlar ticaret merkezlerimize ve onları koruyan kiralık askerlere
ne yapacaklarını konuşuyorlar. Belki sizi görecekler, fakat seslerini bile
alçaltmadan kendi aralarında konuşmaya devam edecekler. Bu kayıtsızlık size
dokunacak: Onların babaları, o gölge yaratıklar, sizin yaratıklarınız, ölü
ruhlardılar, onlara ışık verenler sizdiniz, yalnızca sizinle konuşurlardı, siz
bu zombilere yanıt vermek zahmetine girmezdiniz. Onların oğulları ise sizi
görmezden geliyorlar; bir ateş onları ısıtıyor ve aydınlatıyor, bu ateş sizinki
değil. Şimdi, saygılı bir uzaklıkta duran siz, kendinizi karanlık içinde,
soğuktan ürperir, olarak duyumsayacaksınız. Herkesin sırası gelir; içinden yeni
bir şafağın doğacağı bu karanlıklardaki zombiler bu kez de sizlersiniz. Bu
durumda, bu kitap bizim için yazılmamış, onu niçin okuyalım, pencereden
fırlatıp atalım diyeceksiniz. Bu kitabı okumak için iki neden var. Birincisi
şu: Fanon kardeşlerine sizi açıklıyor ve onlara bizi kendimize yabancılaştıran
mekanizmayı gösteriyor: Nesnel gerçekliğin ışığında kendinizi keşfetmeniz için
bundan yararlanın. Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyor ve
onların tanıklığını çürütülemez kılan da işte bu. Kendimizi ne hale soktuğumuzu
kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize göstermeleri yeterli. Bunun bir
yararı olur mu? Evet, zira Avrupa batmak tehlikesiyle karşı karşıya. Fakat,
yine diyeceksiniz ki, biz anavatanda yaşıyoruz ve aşırılıkları onaylamıyoruz.
Bu doğru, siz sömürgecilerden değilsiniz, fakat onlardan daha iyi de
değilsiniz. Onlar sizin öncülerinizdi; onları denizaşırı yerlere gönderen
sizdiniz, onlar da sizi zengin ettiler. Çok fazla kan dökerlerse, onlara sahip
çıkmayacağınız hususunda onları uyardınız. Bu şuna benzer: Devletler de diğer
ülkelerde ajitatörler, provokatörler ve casuslar beslerler, fakat
yakalandıklarında onlara sahip çıkmazlar. Bu denli liberal, bu denli insancıl,
olan ve kültüre olan sevgisini, tutkusunu, yapmacıklığa dek vardıran sizler,
sizin sömürgelerinizin olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların
katledildiğini unutmuş gibi görünüyorsunuz. Fanon yoldaşlarına -içlerinden
bazılarına, özellikle de, fazlasıyla batılılaşmış olanlarına- anavatan halkının
sömürgelerde ki adamlarıyla dayanışmasını anlatıyor. Bu kitabı okumak
cesaretini gösterin: Bu öncelikle sizi utandıracaktır ve Marx?ın söylemiş
olduğu gibi, utanmak devrimci bir duygudur. Görüyorsunuz ki, ben de öznel
yanılsamalardan kendimi kurtaramıyorum; ben de size ?her şey yitirilmiş, ne var
ki…? diyorum. Bir Avrupalı olarak düşmanın kitabını çalıyor ve bu kitaptan
Avrupa için bir kurtuluş çaresi çıkarıyorum. Bundan yararlanın. Ve işte ikinci
neden; Sorrel?in faşist saçmalıklarını bir yana bırakırsanız, Fanon?un,
Engels?ten bu yana, tarih süreçlerini gün ışığına çıkaran ilk kişi olduğunu
görürsünüz. Mutsuz bir çocukluğun ya da gözü dönmüşlüğün onda acayip bir şiddet
arzusu yaratmış olduğunu falan da zannetmeyin; Fanon sadece durumu yorumluyor,
o kadar. Fakat, bu onun liberal ikiyüzlülüğün sizden sakladığı ve hem onu hem
de bizi ortaya çıkarmış olan diyalektiği aşama aşama ortaya koymasına
yeterlidir. Geçtiğimiz yüz yılda, burjuvazi, işçileri aç gözlü isteklerinin
etkisiyle yoldan çıkmış, gözü doymaz yaratıklar olarak gördü: fakat, bu korkunç
vahşilere kendi türümüze dahil olarak kabul etmeye özen gösterdi: Onlar da
insan ve özgür olmasaydılar iş güçlerini nasıl özgürce satabilirlerdi.
İngiltere?de olduğu gibi, Fransa?da da, hümanizm evrensel olduğunu ileri sürer.
Zorla çalışmak
ise bunun tam tersidir. Hiçbir sözleşme yoktur, üstelik gözdağı vardır ve bu da
baskıyı oluşturur. Deniz aşırı yerlerdeki askerlerimiz anavatanın
evrenselciliğini yadsıyarak, insan türüne numerus clausus?u uygularlar Kimse,
suç işlemiş olmaksızın, kendi benzerini köleleştiremeyeceği, soyamayacağı ya da
öldüremeyeceği için, yerlilerin insanın benzeri sayılamayacağı ilkesini
koyarlar. Vurucu güçlerimize bu görüşü uygulamaya geçirtmek misyonu
verilmiştir. Sömürgecinin onlara yük hayvanı muamelesi edişini haklı kılmak
için, ilhak edilmiş toprakların insanlarını gelişmiş maymunlar düzeyine
indirgemek emri verilmiştir.
Sömürgelerdeki
şiddet bu köleleştirilmiş halkı sindirmeyi amaçlamakla kalmaz, aynı zamanda
onları insanlıktan çıkarmayı da amaçlar. Onların geleneklerini yok etmek,
onların dillerinin yerine kendi dilimizi geçirmek ve kendi kültürümüzü bile
vermeden onların kültürünü yok etmek için her şey yapılır; aşırı yorgunlukla
sersemleştirileceklerdir. Gıdasız ve hasta durumdayken bile hâlâ güçleri
kalmışsa, gerisini korku halleder; tüfekler yerlilere çevrilir, siviller gelip
onların topraklarına yerleşirler ve onları kırbaç tehdidiyle toprağı onların
adına işlemeye zorlarlar. Yerli direnirse, askerler ateş açar ve yerli ölü bir
adam olur; boyun eğerse kendini küçültür, artık insan değildir; utanç ve korku
karakterini zedeleyecek ve kişiliğini paramparça edecektir. Bu iş uzmanlar
tarafından sertlikle yürütülür; ?Psikolojik tedavi?ler yeni ortaya çıkmadı.
Beyin yıkama da öyle. Yine de, bu denli çaba harcamalarına rağmen, amaçlarına
hiçbir yerde ulaşamadılar: Ne zencilerin ellerinin kesildiği Kongo?da, ne de,
yakın zamana dek, itirazcıların (yani, asilerin) dudaklarının, kilit vurmak
amacıyla, delindiği Angola?da. Bir insanı hayvanlaştırmanın olanaksız olduğu
söylemiyorum, yalnızca onu yeterince zayıflatmadan bu amaca ulaşılamayacağını
söylüyorum. Dayak hiçbir zaman yeterli değildir, açlığı daha da artırmak
gerekir. Kölecilikte bu durum sorun yaratır: Zira kendi türünüzden birini
ehlileştirdiğiniz zaman, ondan alacağınız verim düşer ve ona ne kadar az
verirseniz verin ondan alacağınızdan daha fazlasını götürür. Bu nedenle,
sömürgeciler ehlileştirmeyi yarıda kesmek zorunda kalırlar: Sonuçta, ortada,
yine, ne insan ne de hayvan, sadece yerli vardır. Dövülmüş, kötü beslenmiş,
(yalnızca belirli bir dereceye kadar) korkmuş olan yerli, ister siyah, ister
sarı ya da beyaz olsun, hep aynı karakter özelliklerini gösterir. Tembeldir,
içten pazarlıklıdır, hırssızdır, neyle yaşadığı belli değildir, yalnızca
şiddeti tanır.
Zavallı
sömürgeci, işte çelişkisi apaçık ortada: Yağmaladıklarını öldürmek zorunda.
Fakat, bu olası değildir, zira onları sömürmesi gerekiyor. Soykırım düzeyinde
katliam yapamadığı, hayvanlaştırmaya varan kölelik düzenini kuramadığı için
kontrolü elinden kaçırır, işler tersine döner ve şaşmaz bir mantık gereğince,
gidişat onu sömürgesinden yoksun kalmaya kadar götürür.
Bu hemen
olmaz. Başlarda Avrupalının egemenliği sürer. Avrupalı savaşı çoktan
yitirmiştir, fakat bunun farkında değildir; yerlilerin artık onun bildiği
yerliler olmadığını henüz bilmez; onu konuşurken duyarsanız, sanki yerlilerin
içinde kök salmış kötülüğü yok etmek ya da bastırmak amacıyla, onlara kötülük
ettiğini zannedersiniz; ve üç kuşak sonra bu kötülük içgüdüleri artık bir daha
oluşmayacaklardır. Hangi içgüdüler? Köleleri efendilerini öldürmeye zorlayan
içgüdüler mi? Efendi, yerlide, kendisine yöneltilmiş olanın kendi acımasızlığı
olduğunu göremiyor mu? Bu ezilmiş yerlilerin vahşiliğinde, onların iliklerine
dek işlemiş olan ve kurtulamadıkları, kendi sömürgeci vahşiliğini görmüyor mu?
Bunun nedeni basittir: Mutlak güce sahip olmasıyla ve bunu yitirmek korkusuyla,
çıldıran bu zorba varlık bir zamanlar insan olduğunu artık pek anımsamıyor;
kendisini bir tüfek ya da kırbaç sanıyor, ?aşağı ırk?ların ehlileştirilmesini
onların reflekslerini koşullayarak sağlayacağına inanıyor. Ancak, insan
belleğini ve onun silinmez anılarını unutuyor ve sonra, özellikle, belki hiç
bilmediği bir şey daha var. Biz, ancak başkalarının bizde yarattıklarını derin
ve kökten biçimde olumsuzlayarak biz oluruz. Üç kuşak mı demiştik: İkinci kuşak
daha dünyaya gözünü açar açmaz babasının nasıl dövüldüğünü görür. Psikiyatri
diliyle ?travmatize? olur. Yaşam boyu. Fakat, bu sürekli yenilenen saldırılar
onları boyun eğmeye yöneltseler bile, aynı zamanda, bundan çok uzak olarak,
onları Avrupalının er ya da geç bedelini ödeyeceği bir çelişki içine de sokar.
Bundan sonra, ehlileştirilme sırası ikinci kuşağa da geldiğinde, utanç, açlık
ve acının ne olduğunu öğrendiklerinde, gücü uygulanan şiddetin derecesine eşit
olan volkanik bir öfke uyanır içlerinde. Onların şiddetten başka hiçbir şeyden
anlamadıklarını mı söylediniz? Elbette öyle: Önceleri bu yalnızca sömürgecinin
şiddetidir, fakat kısa süre sonra yalnızca onların şiddeti olur; yani, şiddet
-aynaya bakınca yansımamızı görmemiz gibi- geri teper. Yanılmayın sakın, bu
çılgınca öfkeyle, bu acımasızlıkla ve kin ile, bu sürekli bizi öldürmek
isteğiyle, gevşemekten korkan kasların bu sürekli gerginleşmesiyle insanlaşır
onlar: Onları yük hayvanı yapmak isteyen sömürgeci sayesinde ve ona karşı.
Henüz soyut haldeki nefret, bu kör nefret onların tek hazinesidir. Efendi bunu
davet etmiştir, zira onları hayvanlaştırmak ister, fakat bu nefreti kırmayı
başaramaz, zira çıkarlarına ters düştüğü için yarı yolda durur. Bu yüzden, bu
kötü yerliler onlarda hayvan konumunu reddetmek biçimine dönüşen, ezenin hem
güçlü hem de güçsüz oluşu sayesinde halâ insandırlar. Bunun ardından geleni
biliyoruz; elbette yerliler tembeldir, bir tür sabotajdır bu. Sinsidirler, hırsızdırlar;
kuşkusuz, bu küçük hırsızlıkları henüz örgütlenmemiş olan bir direnişin
başlangıcına işarettir. Ancak, bu aşamada, daha ileri gidenler de vardır:
Aralarında, silahların önüne silahsız olarak atılarak kendilerini kanıtlayanlar
da vardır; bunlar onların kahramanlarıdırlar ve diğerleri Avrupalıları
öldürerek kendilerini insan yaparlar, bunlar vurulur: Haydut ve şehit, onların
çektikleri acı dehşet içindeki kitlelerin ruh halini yüceltir.
Evet, dehşet
içinde; bu yeni aşamada sömürge saldırganlığı yerliler arasında bir terör akımı
biçiminde içe döner. Bunu söylerken yalnızca bitmez tükenmez baskı
araçlarımızla karşılaştıkları zaman duydukları korkuyu değil, fakat aynı zaman
da kendi öfkelerinin içlerinde yarattığı korkuyu da kastediyorum. Bir yanda onlara
yöneltilmiş olan silahlarımız, öte yanda bu ürkütücü içgüdüler, bu ruhlarının
derinliklerinden gelen ve her zaman farkında olmadıkları öldürme arzuları
arasında sıkışıp kalmışlardır; zira, öncelikle, bu onların şiddeti değil, bizim
şiddetimizdir ve bu ezilen yaratıkların ilk eylemi de onların ve bizim ahlak
anlayışımızın lanetlemiş olduğu ancak yine de onların insanlığının son barınağı
olan bu itiraf edilemez öfkeyi derinlere gömmektir. Fanon?u okuyun: Onların
güçsüzlük döneminde, çılgınca öldürmek isteğinin yerlilerin kollektif
bilinçaltının ifadesi olduğunu göreceksiniz.
İçte tutulan
bu öfke dışa yöneltilerek patlama yapamazsa o ezilen yaratıkların kendilerini
yok eder. Kendilerini kurtarmak için birbirlerini bile katlederler. Kabileler
gerçek düşman ile karşı karşıya gelemedikleri için birbirleriyle savaşırlar -ve
sömürge politikasının da bu düşmanlıkları körüklediğinden emin olabilirsiniz;
kardeşine bıçak çeken bir insan onu öldürmekle ortak alçalmalarının nefret
uyandıran görüntüsünü ortadan kaldırdığını düşünür; yadsıdıkları insanlıktan
çıkma sürecini kendi istekleriyle hızlandıracaklardır. Sömürgenin eğlenen
bakışları altında, doğaüstü engeller koyarak, bazen eski ve ürkütücü mitleri
canlandırarak, bazen de kendilerini dinsel törenlere yönelterek, kendilerine
karşı en büyük önlemleri alacaklardır: Saplantılı bir insan bu şekilde -her an
onu meşgul eden bazı saplantılara sığınarak- en derin gereksinimlerinden kaçar.
Dans ederler, bu onları meşgul eder, kaslarının acı veren gerginliğini
gevşetir; üstelik dans dile getiremedikleri hayır sözcüğünü ve işleyemedikleri
cinayetleri, çoğu zaman onlar farkında olmaksızın, gizlice dile getirir. Bu son
çareye -kendinden geçmeye, vecd haline girmeye- bazı bölgelerde baş vurulur.
Eskiden, bu basit bir dinsel uygulamaydı, iman sahibinin kutsal ile olan bir
iletişim tarzıydı; şimdi ise aşağılanma ve umutsuzluğa karşı bir silah olarak
kullanılmaktadır. Kutsal ruhlar onları trans haline geçirerek sakinleştirir. Bu
yüksek zatiyetler onları aynı zamanda korurlar: Yani, sömürgeleşmiş halk,
sömürge yabancılaşmasına karşı kendini dinsel yabancılaşma ile korur. Sonuçta
ortaya eşi benzeri olmayan bir durum çıkar: İki yabancılaşma birbiriyle
kaynaşır ve birbirini güçlendirir. Bazı psikozlarda sürekli aşağılanmaktan
bıkkın düşmüş olan hezeyanlı kişi günün birinde kendisine iltifatlar yağdıran
bir meleğin sesini duymaya başlar; fakat, kuşkusuz aşağılanmalar sona ermiş
değildir: Ancak, kutlamalar ile dönüşümlüdür. Bu bir savunmadır, fakat aynı
zamanda da onların serüveninin sonudur; kişilik parçalanmıştır ve hasta
deliliğe doğru gider. Şunu da ekleyelim ki, özellikle seçilmiş birtakım
bedbahtlarla ilişkili olan ve yukarıda sözünü etmiş olduğum, bir diğer tasallut
türü daha vardır: Batı kültürü. Diyebilirsiniz ki, ben onların yerinde olsaydım
kutsal ruhlarımı Batılıların Akropolis?ine yeğlerdim. İyi: Anladınız. Ancak
tamamen değil, zira siz onların yerinde değilsiniz. Henüz değilsiniz. Yoksa,
onların seçme haklarının olmadığını bilirdiniz, her ikisini de kabul etmek
zorundalar. İki dünya: Bu iki tasallut demektir; bütün gece dans ederler ve
şafakta ayine katılmak için kiliseleri doldururlar: Yarık günden güne büyür.
Düşmanımız kardeşlerine ihanet edip bizim işbirlikçimiz oluyor; kardeşleri de
aynı şeyi yapıyor. Yerlilik sömürgecinin sömürgeleştirilmiş halkta, o halkın
rızasıyla, oluşturduğu ve sürdürdüğü nevrozdur.
İnsanlık
sıfatını aynı zamanda hem kabul etmek hem de yadsımak: Bu çelişki patlayıcıdır.
Ve patlar da. Bunu benim kadar siz de biliyorsunuz. Çok kritik bir zamanda
yaşıyoruz. Artan doğum oranı daha fazla kıtlık yarattığı zaman, dünyaya yeni
gelenlerin yaşamaktan ölmekten daha çok korktukları zaman, şiddetin fırtınası
herşeyi yerle bir eder. Cezayir?de, Angola?da, Avrupalılar görüldükleri yerde
katlediliyorlar. Bu bumerang zamanıdır, şiddetin üçüncü zamanıdır: Bizim
üzerimize geri döner, bizi vurur ve bu kez de, yine, bunun bizim şiddetimiz
olduğunu öncekilerde olduğundan daha fazla kavramış olmayız. Liberaller
aptallaşmış halde kalırlar: Yerlilere karşı yeterince nazik olmamış olduğumuzu,
onlara mümkün olduğu ölçüde bazı haklar tanımamış olduğumuzu oysa bunun daha
doğru ve daha temkinli bir tutum olduğunu kabul ederler: Onların en çok
istedikleri, onları himayesiz ve sürüler halinde, bu çok kapalı kulübe, bizim
türümüze, kabul etmemizdi ve işte bu vahşice ve çılgın patlama onları kötü
sömürgecilerden farksız kılıyor. Anavatan solu utanmıştır: Yerlilerin gerçek
kaderini, amansız bir baskıya maruz kalmış olduklarını kabul etmekte, onların
isyanlarını mahkum etmemektedir, zira bizim bu isyanı kışkırtmak için herşeyi
yapmış olduğumuzu bilmektedir. Ancak, yine de bazı sınırların bulunduğunu, bu
gerillaların yüreklerinde şövalyelik tutkusunun bulunduğunu göstermelerinin
gerektiğini; bunun onların kendilerinin de insan olduklarını kanıtlamalarını
sağlayacak en iyi olanak olduğunu düşünür. Sol, kimi kez, onları uyarır: ?Çok
ileri gidiyorsunuz, sizi artık desteklemeyeceğiz.? Yerliler bu uyarıya aldırış
etmezler: Destekleri onların olsun. Savaşları başladığında şu katı gerçeği
görmüşlerdir: Onlardan hepimiz yararlandık, kanıtlamaları gereken hiçbir şey
yok, kimseye yaranmaya çalışmayacaklar. Bir tek görev, bir tek amaç var:
Sömürgeciliği eldeki tüm olanakları kullanarak yok etmek, ve içimizden en ileri
görüşlü olanlar, gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, fakat bu güç
sınavında aşağılık insanların bir insanlık bildirgesi koparmak için tümüyle
insanlık dışı vasıtalar kullandıklarını görmezlik edemiyorlar: Öyleyse, bu hak
onlara en kısa sürede verilsin ancak onlar da barışçı girişimlerle bunu hak
etmeye gayret etsinler. Nefslerimiz ırkçıdır.
Fanon?u okumak
onlara yararlı olur: Fanon bu bastırılamayan şiddetin ne saçma bir fırtına, ne
vahşi içgüdülerin ayaklanması ve hatta ne de küskünlüğün sonucu olduğunu
mükemmel bir biçimde göstermektedir: Bu şiddet insanın kendini yeniden
oluşturmasıdır. Şu gerçeği sanıyorum, bir zamanlar kavramıştık, sonra unuttuk;
şiddetin izlerini hiçbir kibarlık silemez, onları yalnızca şiddet yok edebilir
ve sömürge sömürgelik nevrozundan ancak sömürgeciyi silahla kovduğunda
kurtulur. Öfkesi taştığı zaman masumluğunu tekrar bulur ve kendi benliğini
yarattığı ölçüde kendini tanır; uzaktan, biz onun savaşını barbarlığın zaferi
olarak görürüz, fakat bu savaşın kendisi giderek savaşanın kurtuluşuna yol
açar, kendisindeki ve kendisinin dışındaki sömürgesel karanlıktan yok eder. Bu
savaş başından beri amansızdır. Ya dehşete düşülür, ya da dehşete düşüren taraf
olunur: Yani ya bozuk ve tutarsız bir yaşamın çözülmelerine kapılınır ya da
doğal birliğe sahip olunur. Köylülerin eline silah geçtiği zaman eski efsaneler
söner ve yasaklamalar, engeller, birer birer devrilir; bir savaşçının silahı
onun insanlığıdır. Zira, isyanın ilk aşamasında öldürmek gerekir: Bir
Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır; aynı zamanda hem bir ezeni hem
de bir ezileni yok etmektir. Sonuçta ortada bir ölü insan ve bir özgür insan
olur; sağ kalan ilk kez ayaklarının altında ulusal bir toprağın varlığını
duyumsar. Artık ulus ondan (onun bilincinden) uzak olan bir kavram değildir,
öyle ki, özgürlüğü ile ulus içiçe girmiştir. Ancak, ilk şaşkınlıktan sonra
sömürgeci ordusu saldırıya geçer: Ya birleşilecektir ya da sömürgeci ordusunun
katliamı sonucunda yok olunacaktır. Kabilesel anlaşmazlıklar ortadan
kaldırılır: Öncelikle, devrimi tehlikeye atacaklarından dolayı ve sonra da
şiddeti yanlış düşmana yöneltmiş olmaktan başka bir işe yaramayacaklarından
dolayı. Kongo?da olduğu gibi, bu anlaşmazlıklar sürüp giderse bu onların
sömürgecilik ajanlarınca körüklenmekte olmalarından dolayıdır. Ulus harekete geçer:
Afrika?nın hangi bölgesinde olursa olsun, savaşan diğer kardeşleri her kardeşin
ulusudur. Onların kardeşlik sevgileri size duydukları kinin tersidir: Her biri
sömürgeci öldürmüş oldukları ve fırsat düştüğü her an da öldürebilecek
oldukları için kardeştirler. Fanon okuyucularına ?kendiliğindenliğin?
sınırlarını, ?örgütlenme?nin gerekliliğini ve tehlikelerini göstermektedir.
Ancak, davanın azameti ne olursa olsun, girişimin her aşamasında devrimci
bilinç derinleşir. Son kompleksler de yok olur, birisi gelsin de bize Cezayir
Kurtuluş Ordusu (ALN) askerinin ?bağımlılık? kompleksinden söz etsin bakalım.
Gözündeki perdeden kurtulan köylü gereksinimlerinin bilincine varır: Daha önce
o gereksinimlerin peşinde koşmaya kalkışmak onu öldürtmek için yeterliydi ve dolayısıyla
onları bilmezden gelmeye çalışırdı, fakat artık onların sonsuz gereksinimler
olduklarını keşfeder. Bu halkın savaşında, ki beş yıl, Cezayir?deki gibi sekiz
yıl, sürebilir, askeri, politik ve sosyalgereklilikler birbirinden
ayırdedilemez. Savaş, yalnızca komuta ve sorumluluk konusunu koyarak, barışın
ilk kurumları olacak olan yeni yapılar kurar, işte yeni geleneklerine varıncaya
dek oluşturulan insan, her gün ateş altında doğan bir yasayla meşrulaştırılan
korkunç bir ?bugün?ün gelecekteki kızları; öldürülen, denize dökülen ya da
asimile edilen son sömürgeci ile birlikte bu azınlık türü de -yerini sosyal
kardeşliğe bırakarak- yok olur. Ve bu da yetmez: Bu savaşçı tüm aşamaları
kateder; zira, siz de kabul edersiniz ki, yaşamım, eskiden olduğu gibi, anavatanın
(bu kez yaşlanmış) bir sakini olmak için tehlikeye atmamıştır. Sabırlılığma
bakınız: Belki, kimi kez, yeni bir Dien-Bien-Phu?nun hayalini kuruyor, fakat
buna gerçekten inandığını da sanmayın: O, yoksulluğunun içinde, iyi silahlanmış
olan zenginlere karşı savaşan bir dilencidir. Kimi kez kesin zaferler
bekleyerek ve çoğu kez de hiç bir şey beklemeyerek rakiplerini iyice zorluyor.
Bu mücadele korkutucu kayıplar vermeksizin? olmaz: Sömürgeci ordusu vahşileşir:
Mimlemeler, temizlik harekatları, nüfusun başka yerlere gönderilmesi, sınır
dışı etmeler başlar ve kadınlar ile çocukların da öldürüldüğü olur. Yerli bunu
bilir: Bu yeni insan insanlık yaşamına sondan başlar: Kendisini gücül olarak
ölü kabul etmektedir, öldürülecektir: Söz konusu olan bir ölüm tehlikesi
değidir, öldürüleceğinden emindir, bu gücül ölü karısını, oğullarını
yitirmiştir, o kadar çok insanı can çekişirken görmüştür ki ya zafer ya ölüm
der: Zaferi yitirip de sağ kalmaktansa ölmeyi yeğler; başkaları zaferin tadını
çıkaracaklardır, fakat o değil, zira o çok fazla bıkkındır. Fakat, bu yürek
yorgunluğu inanılmaz bir cesaretin temelinde yer alan birşeydir. Biz
insanlığımızı umutsuzluğun ve ölümün berisinde buluyoruz, o ise işkencelerin ve
ölümün ötesinde bulur. Biz rüzgar ektik, biçtiğimiz fırtına o oldu. Şiddetin
çocuğu olarak o, insanlığını her an şiddetten alır: Biz onun sırtından insan
olmuştuk, o da kendisini bizim sırtımızdan insan yapar.
Başka bir
insan: Daha iyi nitelikli.
Fanon burada
durur. Yolu göstermiştir: O savaşanların sözcüsüdür, birlik, Afrika kıtasının
tüm anlaşmazlıklara ve tüm bölünmelere karşı birleşmesi, çağrısını yapmıştır.
Amacına ulaşıldı: Sömürgelikten kurtuluş tarihsel olgusunu bütünüyle anlatmak
isteseydi bizden söz etmesi gerekirdi: Kuşkusuz, onun niyeti hiç de bu değil.
Fakat, Fanon?un kitabının kapağını kapattığınız zaman, kitap, yazarına rağmen,
içinizde varlığını sürdürür; zira biz ayaklanan halkların gücünü hissediyoruz
ve ona güç ile yanıt veriyoruz. Dolayısıyla, şiddetin yeni bir süreci oluşuyor
ve bu kez, sözkonusu edilmesi gerekenler biziz, zira bu şiddet sahte yerlinin
onun vasıtasıyla değişmesi ölçüsünde bizi de değiştiriyor. Herkes istediği gibi
düşünebilir. Yeter ki düşünsün: Fransa?dan, Belçika?dan, İngiltere?den
indirilen darbelerle sersemlemiş olan bugünün Avrupasında aklın en ufak bir
sapması bile sömürgecilik suçunda işbirlikçi olmaktır. Bu kitabın önsöze hiç
gereksinimi yoktu, zira bize hitap etmiyor. Yine de, tartışmayı sonuçlandırmak için
bir önsöz yazdım; biz Avrupalılar da sömürgecilikten kurtarılıyoruz: Demek
istiyorum ki, her birinin içindeki sömürgeci kanlı bir işlem ile söküp
atılıyor. Cesaretimiz varsa kendimize bir bakalım ve başımıza ne geldiğini
görelim.
Öncelikle, şu
beklenmedik görüntü ile karşı karşıya gelmeliyiz: İnsancıllığımızın striptizi.
İşte çırılçıplak haldeki insancıllığımız; güzel bir görüntü değil.
Kitabın
Künyesi
Yeryüzünün Lanetlileri / Frantz Fanon
Çevirmen: Şen Süer
Yayınevi: Versus
Yayın Tarihi: Kasım 2007
314 sayfa
Franz Fanon’un
Hayatı (1925 – 1961)
Frantz Fanon Martinik?in başkenti Fort-de-France?da 20 Temmuz 1925?te, asırlar
önce buraya Afrika?dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve Fransız
asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyahî ailenin çocuğu
olarak dünyaya geldi. Annesi küçük bir dükkan işletiyordu, babası ise gümrük
müfettişiydi. Frantz?ın öğretmenlerinden birisi sol politikayla meşgul olan
bağımsızlık yanlısı genç şair ve entellektüel Aime Cesaire?ydi. Ancak bu
dönemde Frantz kendisini tamamıyla Fransız hissediyor ve 1943?te ?anavatan?
Fransa?yı savunmak üzere de Gaulle?ün Hür Fransız Kuvvetleri?ne katılmakta bir
beis görmüyordu. Bir Fransız vatandaşı olarak kimliğini sorgulamaya hiç lüzum
görmüyordu, zira onlara ?medeniyeti bahşeden beyaz insanlarla? çoktan
özdeşleşmişti.
Fanon 1944
yılında Martinik?ten ayrıldı ve Kuzey Afrika?da kısa bir eğitimden sonra
İsviçre cephesinde savaşa katıldı. Burada yaralanan Fanon?a Fransız hükûmeti
tarafından cesaret nişanı verilecektir. Kendisine nişanı veren dönemin
komutanının yıllar sonra Cezayir Bağımsızlık Savaşı?nı bastırmak amacıyla
görevlendirilmesi de, tarihin tuhaf bir cilvesi olsa gerektir.
Savaş bitince
Frantz Fanon Martinik?e döner ve Aime Cesaire?nin seçim kampanyasında etkin bir
biçimde görev alır. 1946 yılında Lyons?ta tıp okumak amacıyla tekrar Fransa?ya
gelir. Bu dönem zarfında yalnızca tıpla değil edebiyat ve felsefeyle de
ilgilenir. Merleau-Ponty?nin derslerine devam eder, pek çok edebiyat ve felsefe
adamının kitaplarını okur, öğrenci siyasetiyle ilgilenir. Bu dönemde Tam-Tam
adlı bir öğrenci dergisi çıkarır. Tıp çalışmalarının dördüncü yılında
psikiyatriye yönelir. Lyons?ta o dönemde psikanaliz ve sosyal psikiyatrinin adı
bile geçmez, bölüm başkanı organikçi ekolün önde gelen bir temsilcisi ve bir
psikoşirürji meraklısıdır.
Fanon Siyah
Deri, Beyaz Maske adlı ilk kitabını psikiyatri asistanıyken yazmış ve bu ilk
kitabıyla ırkçılığı tartışmaya açmıştır. ?Radyomu açtığımda, zencilerin
Amerika?da linç edildiğini duyuyorum? diye yazar. ?Anlaşılan birileri bize
yalan söylemiş. Meğer Hitler ölmemiş!?
Frantz Fanon
bu kitabını bitirme tezi olarak sunmak istediyse de, isteği bölüm başkanı
tarafından geri çevrilir ve Friedrich ataksisi üzerine bir tezle 1951 yılında
tıp eğitimini tamamlar. 1952?de yayınlanan bu kitap, kendi kişisel hikâyesini
damıttığı, Fransa?da bizzat tecrübe ettiği ırkçılığı teşrih masasına yatırdığı,
Sartre, Adler, Hegel ve Lacan?dan etkiler taşıyan bir eserdir.
Bütün
Martinikli çocuklar gibi, Fanon da okulda atalarının mavi gözlü sarı saçlı
Gaul?ler olduğuna inandırılarak yetiştirilmişti. Fanon Martinikli siyah
ailelerin pek çoğunda görülen zenci düşmanlığının beyaz kültürel stereotiplerin
içselleştirilmesiyle ortaya çıktığını yazar. Siyah adamın beyaz olma arzusunu
obsesyonel nevroza benzetir ve aşağılık duygusunun olumlu bir benlik imgesini
engellediğini söyler. Bu durum Aime Cesaire gibi entellektüeller 1930?larda
zenciliklerini gururla savunmaya başlayana dek sürecektir. Ancak Fanon?a göre,
zenciliğin kutsanması onu yaratan durumu anlamamızı sağlamamaktadır. Sartre?ın
antisemitizmin kökenleri konusundaki tezlerini uyarlayarak, aşağı zenciyi
üretenin sömürge ırkçısı olduğunu söyler.
Fanon?un
meslekî anlamda şekillendiği yıllar, dağlık bir bölgede yer alan Saint-Alban kliniğinde
geçirdiği yıllardır. Saint-Alban savaş yıllarında bir direniş merkezi olmasının
ötesinde, duvarların olmadığı, kıtlık zamanında bir tek hastanın bile açlık
nedeniyle hayatını yitirmediği sıradışı bir kurumdur. Bu kuruma ve Fanon?un
mesleki gelişimine rengini veren, Tosquelles adında, Franco İspanyası?ndan
Fransa?ya iltica etmiş bir Katalan psikiyatrdır. Tosquelles Fanon?a hastalarını
dinlemeyi, toplantıları idare etmeyi, psikanalizi hasta değerlendirmelerinde
kullanmayı öğretir. Saint-Alban?da yürütülen kurumsal tedavi, psikanalitik ve
fenomenolojik geleneklere yaslanan, ama ilaç ve elektroşok tedavisini de
kullanan eklektik bir uygulamadır.
Psikiyatri
uzmanlığını aldıktan sonra, Fanon bir süre Fransa?da geçici bir görevde çalışır
ve daha sonra Cezayir?in Blida şehrindeki psikiyatri hastanesine şef olarak
atanır. Burada, istifa ettiği 1956 yılına dek çok hareketli bir mesleki hayatı
olur: Bu kalabalık hastanede pek çok reform yapar, yanısıra araştırmalar
yürütür, makaleler yayınlar. Bu esnada siyah politikada da öne çıkan bir isim
olmaya başlamışsa da, temel ilgisi Cezayir bağımsızlık savaşı üzerinde
yoğunlaşır. Kısa bir süre sonra Cezayir Kurtuluş Cephesi ile temasa geçer.
Yaralı savaşçılar gizlice hastanede tedavi edilir. Kliniğinde hem işkence kurbanlarıyla
hem de Fransız ordusunun edilgenleştirme politikasının asli bir unsuru haline
gelen işkence uygulayıcılarıyla uğraşmaktadır. 1956?da yaşadıkları ve
gördükleri tahammülü aşan boyutlara ulaşınca istifa eder. Fransız
yerleşimcilerin Cezayir köylerine girerek rastgele insan öldürdükleri ve ? fare
avı? olarak isimlendirdikleri vandalizm hastaneye de girmiştir. Bazı hastane
çalışanları tutuklanmış; kimisi işkenceden geçirilmiş, kimi de sonsuza dek yok
edilmiştir. Çalışma arkadaşlarından bir hekim ağır bir işkenceden geçirildikten
sonra ölmesi için bir domuz çiftliğine bırakılmıştır meselâ. Bakana yazdığı
istifa mektubunda ?Eğer psikiyatri insanın yaşadığı çevreye yabancılaşmasını
azaltmaya yönelik bir teknikse? der, ?Cezayir?deki Fransız politikası Arap nüfusu
bütünüyle yabancılaştırmış ve onları mutlak bir depersonalizasyon içinde
yaşamaya mahkum etmiştir.?
Cezayir?i iki
gün içinde terketmesi istenir. Artık o kendi deyimiyle ?Ne bir Martinikli, ne
de bir Fransız; sadece Cezayirli?dir.
Cezayir?den
sürülmesinin ardından, Tunus?a geçer ve burada ülkenin ilk gündüz hastanesini
kurar. Bu arada politik etkinliğine yoğun bir biçimde devam etmektedir, Cezayir
Direnişi ve el-Mücahid dergilerinin editörlüğünü yürütür. Cezayir Kurtuluş
Cephesi?nin sözcülüğünü yapar. Kendisine iki kez suikast girişiminde
bulunulursa da, bunları ufak yaralarla atlatır. Geçici Cezayir hükûmeti adına
Afrika ülkeleriyle ilişkileri yürütür, bu esnada pek çok Afrika lideriyle
tanışır. Aralık 1960?da lösemi olduğunu öğrenir. Ancak hastane çalışmalarını ve
bağımsızlık hareketi yandaşları için eğitimciliği sürdürür.
1961
Nisan?ında başyapıtı ya da politik vasiyetnamesi sayılabilecek ünlü eseri
Yeryüzünün Lanetlileri?ni yazmaya başlar. Bu eserde, Cezayir?deki gibi bütün
seçenekler tüketildiğinde, sömürgecilere yönelik şiddetin meşrulaşacağını öne
sürer. Yeryüzünün lânetlileri?kırların topraksız köylüleri ve kenar
mahallelerin mülksüzleri?yeni bir insan ve yeni bir hümanizmin doğmasına izin
verecek yegâne kuvvet olarak görülür.
Bu eserinde
Fanon sömürgeciliğin ve işkencenin yol açtığı psikiyatrik hastalıkları
ayrıntılı bir biçimde tartışır. Yeryüzünün Lânetlileri zamana ve ölüme karşı
amansız bir yarışla yazılmıştır.
Bu arada
sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Tedavi amacıyla Rusya?ya götürülürse de, Rus
doktorlar ona lösemi tedavisi konusunda daha uzman bir kuruluşa başvurmasını
önerirler. ABD?de Ulusal Sağlık Enstitüsü?ne götürülür. Tedaviye hemen
başlanmaz, bir hafta bir otel odasında bekletilir. Kliniğe yattığı zaman
hayatından ümit kesilmiştir artık. Kasım ayının sonlarında kitabının basılı
örneğini görme imkânı bulur. Hasta yatağında hâlâ kitap taslakları üzerinde
çalışmaktadır. Washington?da tedavisine başlandıktan bir süre sonra, 6 Aralık
1961?de yalnız başına hayata veda eder. Ölüm haberi Paris?e ulaşır ulaşmaz,
polis Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabını insanları baştan çıkardığı
gerekçesiyle toplatır. ABD?ye gitmeden önce Cezayir toprağına gömülmeyi vasiyet
etmiştir ve bu vasiyete uyularak Cezayir?de mücadele arkadaşlarının yanına
defnedilir. Cezayir 1962 Temmuz?unda bağımsızlığına kavuşur.
Frantz
Fanon’un sömürgeciliğin sömürge halkları üzerindeki psikolojik sonuçlarını
analiz etmeye çalıştığı en ünlü eseri olan Yeryüzünün Lanetlileri sömürgecilik
karşıtı mücadelenin ve Üçüncü Dünya’nın özgürlüğünün manifestosu olarak
bilinmektedir. Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin ve Amerika birleşik
Devletleri’ndeki Kara Panterler örgütünün esin kaynağı olmuştur.